"Enter"a basıp içeriğe geçin

AK Partinin siyaset kültürü

Royer Collard, “Şunu bilmiş olun: Siz politika ile uğraşmazsanız, politika sizinle uğraşır” demiş. Günlük gazetelerde yaptıkları şamataları  televizyon kanallarında devam ettiren siyasetçiler; kahvaltı sofralarımızın, akşam yemeklerimizin davetsiz misafirleri oldular aylardır. Onlarla birlikte gider olduk komşu, ahbap ziyaretlerine; onları hesaba katarak yapar olduk gündelik hayatımıza dair planlarımızı; seçimden önce şunu şunu halletmem lazım,  şu işimi de seçimden sonraya bırakayım gibi… Miki farenin peşine düşen kötü kalpli kedi misali, şuurumuzu mutemadiyen kovalayıp duran  bu siyaset tellallarının elinden kurtulmak, seçimden sonra da mümkün olmaz. İnatla seçim sonuçları üzerinde tefekküre sevkederler cümlemizi. ‚İstemiyorum, seçimle ilgili yazmak ve dahi konuşmak ve hatta düşünmek istemiyorum’ diye bastığınız nara, dalgaların sesine karışan martıların çığlıkları gibi silinip gider insanlık okyanusunun derinliklerinde.

 

Kısa bir süre  öncesine kadar, ne yazacağıma kendi hür irademle karar verdiğimi düşünüyordum. Seçimler, irademin -sandığım kadar- hür bırakılmadığını öğretti. Oy kullanamayan bir vatandaş olarak yazacağım satırların bir isyan çığlığı gibi zihinlere yapışıp kalmasından endişelenmiyorum. Kalemimi siyasi analizler yapmaktan uzak tutan saik,  şikayetlerimin, Katerina II.’nin Diderot’a verdiği cevaba benzer bir cevapla karşılık bulması ihtimalidir belki. Rusya İmparatoriçesi Katerina, yasalarda yapmak istediği reformları sert bir dille eleştiren Diderot’a  şöyle der:

 

Sayın Diderot, parlak zekanızın size esinlediği bütün o güzel düşünceleri büyük bir zevkle dinledim; ama çok iyi anladığım o büyük ilkelerinizle güzel kitaplar yazılır yalnız, iyi işler yapılmaz. Bütün reform tasarınızda ikimizin ne kadar ayrı konumlarda olduğumuzu unutuyorsunuz. Siz kağıt üstünde çalışıyorsunuz; kağıt herşeye katlanır, dümdüzdür, kıvraktır; aklınızın, kaleminizin hiçbir esintisine karşı koymaz. Oysa ben, zavallı imparatoriçe, ben insan derisi üstünde çalışıyorum. O deri kağıttan çok farklıdır; sinirlenebilen, gıdıklanabilen bir nesnedir.

 

Katerina haklı, insanları yönetmek, onları yazmakdan daha zordur. Bu mesleği icra edip de safiyetlerini koruyabilen insanların sayısının azlığı, siyasetin ne denli meşakkatli bir iş olduğunun delillerinden biri olabilir ancak. Bir diğeri de, siyaset ahlakının ne kadar kirli bir mefhum olduğu gerçeğidir. Hakiki ahlak politika dışıdır yahut da politikanın dışındadır zira. Politikaya soyunan adam, yegane gayesi iktidar olan bir çatışmanın içinde aksiyon kanunlarına boyun eğmeye mecbur kalır. Bu kanunlar kişisel tercihlerine, samimi düşüncelerine ve hatta „Evamir-i Aşere“ye dahi aykırı olsalar, siyasetci tarafından kabul edilmek zorundadırlar. Şeytanla anlaşma imzalanır ve vicdan, netice almanın mantığına teslim edilir. Bu anlaşmayı yapmamakta direnen ve idealistliğini siyasetine yansıtmayı tercih edenler kalabalıklar tarafından asla benimsenmezler.

 

Recep Tayyip Erdoğan siyasetin bütün altın kurallarını büyük bir titizlikle yerine getirmiş olmalı ki, büyük bir zaferle çıktı seçimden. Öyle bir zafer ki; etnik kökenleri, dinleri ve hatta dilleri birbirinden farklı insanlardan oluşan devasa bir coğrafyayı aynı sloganlarla coşturmayı başaran bir zafer. Sadece Anadolu değil, Avrupa da bu zaferden dolayı gayet mesud ve bahtiyar. Türkiye’nin kırsal bölgelerinden gelip Avrupa’ya yerleşmiş ve milliyetçi-muhafazakar kimliklerine sıkı sıkı bağlanmış bu insanların, Erdoğan’ın başarısını bir anlamda milliyetçiliğin, muhafazakarlığın başarısı gibi algılaması ve alkışlamasında bir anormallik yok  ama,  Ak partiyi yıllardır laiklik karşıtı, fundamentalist bir parti diye tanıtan Avrupa basınının bu seçim sonuçlarını memnuniyetle karşılaması, Alman kamu oyunu takip eden ve analiz kabiliyetini haiz beyinlerde kocaman bir soru işareti oluşturmuştu. Sorunun cevabı seçimden bir gün sonra Die Zeit gazetesinde  yayınlanan bir makalede saklıydı. Michael Thumann imzalı makalede „Ak partinin başarısı İslamcılığın Türkiye’de bittiğinin işaretidir“ deniliyordu. Kısaca; Ak partinin, tabanındaki bütün muhafazakar kimlikleri, yani kendisini iktidara kanatlandıran cümle emekdarlarını tasfiye ettikten ve  onlardan boşalan yerlere solcuları ve liberalleri yerleştirdikten sonra seçimlere gittiğini söylüyordu Alman yazar. 

 

Ne diyordu Ustad Cemil Meriç; beyaz eldivenlerle siyaset yapılmaz. Saint-Just’da onaylıyor Ustadı ve „insan, elini kirletmeden devleti yönetemez“ diyor. Derken, önce il başkanlarından başlanarak yapılan ve uzun bir süreçte gerçekleştirilen temizlikler, Ak partinin başarısının arkasındaki sırrı ve partinin önde gelen isimlerinin ünlü Floransalı siyasetci Niccolo Machiavelli’nin nasihatlerine harfiyen uyduklarını faş ediyor. “Hükümdar kendisini iktidara  çağıranlara güvenmemeli, tersine onları yoketmelidir.” diyor Machiavelli ve ekliyor, “Düşmanlarla birleşmek suretiyle onlar kazanılır…”

 

Vaka-i Adiyedendir; gazeteleri çok satmaya başladığı zaman magazin ekleri çıkarır, TV kanalları bol reklâm almaya başladığı zaman Seda Sayan’ın aşk maceralarını anlatır, partisi iktidar olduğu zaman Osman Yağmurdereli’yi meclise taşır bu camianın.

 

Ak Parti’yi -bu büyük zaferi- ve Erdoğan’ı -derin Siyaset kültüründen dolayı- kutluyorum, biz kazandık diye sevinen muhafazakârları değil.

(dunyabulteni.net sitesinde yayinlanmistir)

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir