İsviçre’de yaşanan minare krizi nasıl bir zihinsel tembellik içinde bocalayan toplum olduğumuzu yeniden gösterdi. Bir kısım kalemler olayı, “Abartıyorsunuz. İsvicreli’ler , daha fazla camii yapmayın, burası Türkiye değil, dediler sadece” basitliğine indirgerken, diğer cenahın kalemşörleri bütün Avrupalılar’ı İslam ve müslüman düşmanı ilan ederek kutlu davalarının(!) gereğini ifa ettiler.
Batı’da gerçekleşen her olumsuz hadise karşısında ya büyük bir öfkeye kapılıp bayrak poster yakıyoruz ya da kafamızı kaşındıran “bu ne demek şimdi?“ sorusuna heybemizdeki sıhhati meçhul malzemeden bir cevap bulmaya çalışıyoruz. Çünkü biz hala o coğrafyayı ve o coğrafyanın insanını tanımıyoruz.
Avrupa’da “oryantalizm“ yani “şarkiyatçılık“ üniversitelerde okutulan bir ilim dalıdır. Peki biz niçin “garbiyatçılık“ konusunu ilmi metodlarla tetkik etmeyi akıl edemedik hiç? Bırakın garbiyatçılığı, neden dünyayı bu kadar meşgul eden “İslamfobi“ gibi mevzular hakkında düzenlenen uluslararası sempozyumlarda ismimiz bile anılmaz? İnkar edilen bir liyakat mi söz konusudur acaba, yoksa gerçekten bu kadar ehliyetsiz miyiz?
Belkide Avrupa, kendisini tanımayanları muhatap kabul etmiyordur. Haksız da sayılmazlar. Biz tanıyamadık Batı’yı. Tanıyamadık çünkü Batı’ya, Batı’yı öğrensinler diye gönderdiğimiz çocuklarımız birer mustağrip olarak döndüler ülkeye. Bu yıkanmış zihinlerin ilk icraatları da kendi dinlerini, dillerini inkar etmek oldu. Gayri ihtiyari bir karşı duruş geliştirdik; Batı’yı anlatan adam kesin Batı hayranıdır, bizi beğenmiyor, bizden nefret ediyordur. Bu ön yargılarla, kurunun yanında yaşı da yakarak, Celal Nuri gibi ülkesini seven, peşin bazı hükümlerine rağmen tarihini tanıyan, ana diline ve irfanına hürmetkar, yaşadığı çağda Avrupa’yı en iyi tanıyan alimlerimize de kulak asmadık.
Bugün Batı medeniyeti ulaşabileceği son noktada, yani zirvededir. Yola devam etmek, ister istemez aşağı inmek demektir. Büyük bir korku içindedir çünkü arkasından onu düşe kalka takip eden Asya, sırtını biteviye dürtüklemektedir. Avrupa süreci yavaşlatmak için uğraşıyor. Çarpışmadan mümkün olan en az hasarla ayrılabilmesi için güçlü egosunu aşağı çekmesi, karşı kültürle kaynaşmasına yardımcı olacak bir dil kullanması gerekiyor.
Tabi bu tabloya bakıp sevinmekte acele etmeyelim, çünkü muhtemel bir zaferi uzun vadede koruyabilmemiz müşkül görünüyor. Unutmayalım; biz hala o zirvedeki zihniyete yabancıyız.
Haddızatında Avrupa, bizim bugün geçtiğimiz bazı merhalelerden çoktan geçti. Önce sevdi. Bizden biri gibi görünmeye çalıştı kimi zaman. Aşık oldu, şiirler yazdı, şarkılarımızı mırıldandı. Binbir gece masallarının, harikalar dünyasının, kırk haramilerin mağarası da olduğunu farkedince ona sahip olmak, onun efendisi olmak istedi. Sevdi, sömürdü, öldürdü… Bizimle o kadar haşır neşir oldu ki bize bizi anlatmaya başladı.
Bize gelince…
Biz sevgi ve hayranlık safhasını aşamadık, çünkü Avrupa`nın uzattığı aynadan, onun izin verebildiği kadarıyla onu tanıdık. Sömürge psikolojisi aşağılık kompleksine, aşağılık kompleksi ise mukallitliğe tekabül etti. Ceddimiz, ne yapsa yaranamadığını görünce yaralandı ve acısını, dini sembollerini ecnebilerin gözüne gözüne sokarak dindirmeye çalıştı. Çok uğraşmışlardı ama değiştirememişlerdi müslümanları işte. Burunlarının dibine minareli camiler dikmiş miydik, dikmemiş miydik?
Avrupalılar, minarenin islami bir gereklilik olmadığını, ihtiyaca binaen sonradan icad edilmiş olduğunu biliyorlar. Müslümanların minare ısrarının altında gizli bir gövde gösterisinin yattığının da farkındalar. Artık rahatsız oluyorlar çünkü her yükselen minarenin yanında ahalisi boşalmış, yalnızlığa terkedilmiş kiliseler gözlerine batıyor. Bild gazetesinin yazarlarından F. J. Wagner minare yasağını köşesinde şu ilginç cümlelerle yorumluyordu:
“Sevgili minareler,
Beni tehdit ettiğinizi düşünmüyorum. Boşalan kiliseler ve haçsız bırakılan okullar, hobi olsun diye verilen din dersleri beni korkutuyor. Kiliselerin viraneye dönmesinden, papazlarımızın işsiz kalmasından, İncillerin Ebay’da yok pahasına satılmasından korkuyorum. Minarelerden değil, bizim Tanrı‘mızın bizim ülkemizde bir yabancı olmasından korkuyorum.“
Boşalan kiliseler, yaşlanan nüfus, durgunlaşan ekonomi ve yükselen Asya gerçeğine, beceriksiz politikacıların kötü icraatları da eklenince sağcı partilerin eline çok pratik bir koz geçmiş oldu. İslam düşmanlığını propaganda malzemesi yaparak siyaset merdivenlerini tırmanmaya çalışan sağ tandanslı partiler, kafası karışık kalabalıkların oyunu toplamakta zorlanmıyorlar arık. Ve dünya büyük bir uçuruma doğru hızla sürükleniyor.
“Minareye hayır“ derken aslında “İslam’a hayır“ diyen İsviçreli büyük bir hata işlemiştir ama bizim de artık düşünmeyi bir ”nüans“ addetme gafletinden kurtulmamız gerekmektedir.
Acı gerçek şu ki; sayısız camiisi bulunan orta ölçek bir Alman kentinde on kişinin bir araya gelip camii kurmaya kalkıştığını gördüğüm zaman sevinemiyorum. Bizi camii kurmaya sevkeden insiyak, neden o camiilerin beş vakit dolup taşmasına da vesile olmaz, anlayamıyorum. Zaten depresyona girmiş Avrupalı‘yı zıvanadan çıkarmaya çalışmak yerine, yaşadığımız ülkenin tarihini, kültürünü tanımaya çalışsak ve çocuklarımızın eğitimine yatırım yapsak daha hayırlı bir iş yapmış olmaz mıyız?
(Özgün Durus gazetesinde yayinlanmistir)
İlk Yorumu Siz Yapın