“Evcilsindir… Birilerinin, seni eve alıp beslemek gelir içinden.”
Gözlerinde belli belirsiz yanan bir ışığın işaret ettiği istikamete süzüldü bakışları. Gözbebekleri uzaklarda, çok uzaklarda, artık gözlerin yetişemeyeceği kadar uzaklaşmış bir simayı arar gibi, öyle ümitsiz, öyle kederli daldı gitti… Sonra yavaşca kapattı kirpiklerini. Kafalarının içinde uzak bir mazinin hatıraları olanlar için gözlerini kapamak, başka bir aleme –deruni aleme- açmak demektir; hatıraları bu kadar silik olanlar için deruni alem, harici dünyadan daha vazıh ve parlaktır. Her nesne, her nuans, her imge manevi bir ziya altında kendini saklamadan, cesurca faş eder orada. Papatya desenli örtüsüyle önünde duran masayı, ahşap sandalyeleri, ara sıra yapraklarını sallayıp bu ılık haziran akşamında yüzünü serinleten erik ağacını; akşamın rutubetiyle ıslanan, sonra çiçek rayiahalarını içip ciğerlerine dolan bu taze havayı, bülbülün sevincine ortak olup şarkılarına eşlik eden serçeleri, bulanık ve sisli bir rüyetle fark edebilmekteyken; gözlerini kapayınca annesini, hasta babasını ve kocasını bir ışık tufanı altında gayet net görebiliyordu. Onların birer mazi olduklarına inanası gelmiyordu. Babasının sesini işitiyordu. Mazide kalan ve artık bir merhuma ait olan bu ses bütün berraklığıyla beyninde çınlıyordu.
“Gel!” diyordu beyaz yastıktaki sarı bir baş. Eskiden, küçücük elleriyle avuçladığı an, iki adet merhamet yumağı olup çocuk kalbine süzülen bu yanaklarda şimdi dolanan zayıf, kirli bir ışık hüzmesi, odayı ölüm sarısına boyuyordu.
„Gel yavrum! Beyaz eşarplı kızım benim, gel!. Gel yavrum, gel! Sen kızımsın benim! Sen beni bırakmazsın! Beyaz eşarbını al başına ve gel!“ diyordu. „Ah babacığım! Ben artık ne senin o masum kızınım, ne de beyaz eşarplıyım“ diye fısıldadı. Odada dalgalanan ölüm sarısına karıştı hıçkırığı. Namaz örtülerinin bir ucuyla gözyaşlarını silen komşu teyzeler, hasta adam beyaz esvaplarını giymeden, onun beyaz eşarbını takmasını bekliyorlardı. İçlerinde artık hiç bir ümit ve arzunun parlamadığı donuk ve karanlık bakışlarla manzarayı izleyen annesiyle göz göze geldi. O gşzlere daha yakından bakmaya cesaret edebildiği bir kaç saniye içinde, üç adet mezar taşından başka hiç bir şey göremediği iki karanlık dehlizle karşılaştı. Bu taşlardan birinin altında babası, birinde kızı, diğerinde ise kendisi yatıyordu. Ayaklarının altına boşluklar, gözlerine yaşlar doldu. Bir hastane odasında açtı gözlerini. Bu yeni dünya düzeninde hiç de alışık olunmayan bir mesuliyet duygusu içinde sabahları fecirden önce uyanan, namazını eda eden ve bir yarış atı gibi işine koşan, bütün bu hengameye ve yıpratıcı hayat tarzına rağmen temiz, faziletli ve civanmert kalmayı başarabilen babasına son yolculuğunda da refakat edememişti.
„Sonra, bir avcılık oyununda istemeden vurup, içini pamukla doldurup evlerinin en göze batan köşesine koyuvermek gelir içlerinden.“ diye devam etti ve sustu. Kirpiklerini kırparak, takıldıkları uzak manzaralardan kurtardı gözlerini ve başını yere indirdi. Son kelimeyi üfler gibi saldı dudaklarından:
„Yaparlar da…“
Akşam güneşinin, bahçedeki erik ağacının altına kurulan masaya indiği o yorgun saatlerde, kelimeleri damla damla biriktirerek gölleştirmeye koyulmuşlardı. Elindeki kahve fincanını masaya koyarken, gittikce büyüyen merakını daha fazla yenemeyerek sordu arkadaşı:
„Çok mu sevdin onu?“
Derin bir hüzünle gölgelendi yüzü. Yüzündeki kırışıklıklarla gözlerindeki tazelik birbirine uymayan, yaşı kolayca anlaşılmayan beyaz tenli kadın, önce bir nefes alıp bıraktı. Sonra tane tane konuşmaya başladı.
„Yaşamak istiyordum. Dünyevi bir salgın halini alan, şu asri dustur olan, „ yaşamak arzusu” ile hareket ettim.. Bir hayalden sergüzeşte geçmek ihtirası… Üniversite son sınıfta okurken havada uçuşan bir kelebeğin peşine takıldım. Televizyonlarda, gazetelerde, kitaplarda tasvirleri yapılan, teşvik edilen, hatta telkin edilen o menhus hayatı yaşama arzusu… Hevesten ziyade ihtirasa yakın şiddetli bir meyil ile kelebeğin arkasından giderken bir hendeğe düşüyor, üstümü başımı kirletiyor, kafamı gözümü yarıyor ama ilk şoku atlatınca kelebekten nefret edeceğim yerde, aşıkane bir tehallükle yeniden onun peşine düşüyor, yeni tehlikelere yelken açıyordum. Hüviyeti bariz olmayan lakin mevki ve mertebe sahibi; zengin, bir o kadar da fevri, firari ve fettan bir gençti o kelebek. Modern bir hayat tasavvurundan hareketle kurulan izdivaç, züğürt bir şuurla geçirilecek boş günlere atılan talihsiz bir adım oldu. Ben, mazime bakıp benliğimin fanusunun içinde dönen rengarenk hayaletlerin temaşasıyla eğlenmek imkanından da mahrumdum. Bütün sevdiklerimden kopmuştum. Maneviyattan uzaklaşmış, -kıyafetim dahil- bütün ayrıntılarımı yeni hayat tarzıma uyarlamış ve dünyayı merkeze taşımıştım. Beyaz eşarp babamın hatırasıydı ve bana bu çılgın ve behimi duyguların işgalindeki dünyanın kapısı aralanırken, ilk önce onu çıkarıp bir kenara atmam emrolundu. Önceleri çok da kıymet vermediğim bu bez parçasının manevi ehemmiyetini, ölüm döşeğindeki babamın mecalsiz dudaklarından adını duyunca anladım.
Beni bir avcılık, belkide bir evcilik oyununda vurduklarını; içimi heves, gösteriş ve gafletle doldurup vitrinlere koyduklarını anladığımda ise babamı ve beyaz eşarbımı çoktan kaybetmiştim… „
İlk Yorumu Siz Yapın