"Enter"a basıp içeriğe geçin

Bir Anadolu Çocuğu Kadın Antipatizanlığı Yapamaz!

Biraz gerilere gidelim… Biraz dediysem 9500 yıl öncesine kadar. Yer Doğu Anadolu, bugünkü ismi “Çayönü”.

Ne işimiz var orada?

Uygarlığın, yani yerleşik hayatın nerede başladığını merak etmiştik. Grek Arkeologlar bize Elatia`daki müzede bulunan birkaç parça çanak çömleğin neolitikliğinden dem vurup sırıtarak “biz uygarız, siz barbarsınız” demişlerdi.

Kafamız karıştı, moralimiz bozuldu… Oturup düşünmeye, hatta adım adım atalarımızın izlerini geriye doğru takip etmeye karar verdik. Bir baktık ki Çayönün`deyiz.

Ne var burada?

Bir yerleşim yeri var. Öyle iki üç parça çanak çömlek de değil, tam anlamıyla bir yerleşim yeri. Tarım yapılan bir köy var burada. Izleri takip etmeye devam ediyoruz. Çatalhöyük`e düşüyor yolumuz. Derken kendimizi Hacılar`da buluyoruz…

Anadolu mütebessim, ısrarla saklanmaya çalışılan gerçeğini fısıldıyor kulaklarımıza:

Uygarlık bende başlıyor evladım, güneşin doğduğu yerden.

ANADOLU, yani „Anatolia“. Güneşin doğduğu yer. Uygarlıkların beşiği, anaerkinin merkezi. Ana tanrıça tapımı ile birlikte başlayan yerleşik hayat, bugünkü tanımı ile „uygarlık“.

Nasıl başlıyor uygarlık?

Buzulların yavaş yavaş erimesiyle birlikte ortaya çıkan bitki örtüsü güneşe kavusuyir ve sarmaş dolaş oluyorlar. Isınan iklim insanoğluna kendini ve çevresini tanıma, tanıdıktan sonra onu kullanma fırsatı veriyor. Toprağı tanımaya başlayan insan, mevtalarını sevdiği eşyalar, yiyecekler ve giyeceklerle birlikte onun bağrına gönderiyor. Cenin şeklinde gömülüyor insanlar toprak ananın kollarına, yeniden dirilişe var olan güçlü bir inançla. Soğan sevenle birlikte soğanı, elma sevenle elmayı, et sevenle eti gömüyorlar. Toprak kendisine duyulan bu güven duygusunu bereketle ödüllendiriyor. Bolluk ve bereket fışkırıyor Anadolu ve Mezopotamya topraklarından. Ölenleri geri gönderemez Anadolu, ama göğsünde yeşerttiği çeşit çeşit yiyeceklerle insanoğlunu teselli eder, şefkatle…

Ve insan tohumu keşfeder! Tohumu ve onu ehlileştirmeyi, ona hükmetmeyi. Artık iki lokma için kilometreler devirmeye luzum yoktur. Ekmeye başlar insan, biçmeye ve üretmeye baslar. Artan nufus da yerleşik düzeni cazip kılar. Insanoğlu uygun bulduğu mekana yerleşmeye başlar ve uygarlaşır.

Toprağın „ana“ sıfatıyla payelenmesi de bu mutlu sonla birlikte gelir. Cenin şeklinde toprağın rahmine gönderilen ölüler, neolotik bir sıçramayla geri dönmüşlerdir. O halde Anadolu insanı için toprak bir „ana“dır. Doğuran, besleyen, yediren, içirendir.

Toprağın ana oluşu uygarlığın başlangıcına işaret eder ve taşıdığı isimle birlikte „ANAdolu“, uygarlığın nerede başladığıni ifşa eder. Uygarım, uygar diye avazlanan, iddiasını desteklemek için Elatia`daki iki parça çömlekden medet uman Avrupa için ise toprak hala „baba“dır. Vatanı da „Vaterland“, yani „baba“ vatandır…

Kibele`nin Vatanı

Anadolu`daki yerleşik düzen insanoğluna kendini yaratanı sorgulama, ölüm ve yeniden diriliş mevzularında derin tefekkürlere dalma imkanı sunar. Ana diye andığı toprağa çevirir bakışlarını. Tıpkı onun gibi doğuran, besleyen, büyüten bir kadın portresi canlanır tasavvurunda ve Kibele dünyaya gelir. „Kibele“ etine dolgun, kucağındaki bebekleri emziren ve sürekli yavrulayan bir kadın. Yaratıcıyı keşfettiğine inanan ilkel ata onu tanrıların anası, bereketin ve üretkenliğin simgesi; bereket ana, toprak ana diye çağırır. Anadolu`da müsait bulduğu her alana onun mabetlerini diker; taşlara, kayalara resimlerini kazır, topraktan heykelcikleriyle evini, ekinini kutsar. Kilimine ilmek ilmek Kibele`yi dokur, çanağına çömleğine renk renk Kibele`yi işler. Kadını uygarlığın anası addeden Anadolu insanı giderek onu baş tacı eder.

Gün geçtikçe büyür Kibele`nin yüzündeki insan gülümsemesi. Nasıl gülümsemesin ki, kıymetinin idrakinde bir medeniyet onun kollarında filizlenir. Kadın „ana“ dır, ana kutsaldır. Anadolu Kibele`nin vatanıdır. Kibele`nin, yani kadının.

Ataerkinin Tahakkümü

Toprakları Ataerkil Olimpus`un öfkeli ve entrikacı tanrıları tarafından talan edilinceye kadar, Kibele‘nin merhamet tebessümü silinmez dudaklarindan ve yavrularini emzirmeye devam eder. Onun ne erkte gözü vardır, ne hükümranlıkta. Ne baştan çıkarıcılığı vardır, ne de cinsel bir cazibesi. Kibele masum bir Anadolu kadını, bir ana… Üreten, emek veren, erkeğiyle yan yana duran bu „ana“ bizim on bin yıllık mirasımız.

Helen`in tahakkümü ve sömürüsüyle tanışana kadar Kibele kültürünün merkezi olan Izmir`de insanlar, „bereket ana“nın kollarında huzur içinde yaşarlar. Ne savaş vardır, ne kıyım. Ne hıyanet vardır ne de ihanet. Sardes`ten Milet`e kadar Kibele kültürünün hakimiyeti altında kalan bölge Anaerkil Anadolu ile Ataerkil Avrupa`nın çarpışmasına şahitlik eder. M.Ö birinci bin sularına kadar bölge Kibele merkezidir. Bu tarihten sonra Ion kolonizatörleri Artemis`i getirir ama kültü değiştiremezler. Hiristiyanlık dahi Anadolu insanına anasını unutturamaz. Efes`teki Artemis kültü Meryem ana sunağına çevrilerek yine bir ana adına hizmet vermeye devam eder. Yunan`ın bütün zorbalıklarına, talanına, tahakkümüne ve sömürüsüne direnen Anaerkil Anadolu`nun ana tanrıçası Kibele, inatla kendini unutturmaz. Cevat Şakir`e göre Kibele`nın adı Hübel(Kabe)`e kalbedilerek Mekke`ye götürülür ve Kabe`ye dikilir. Son din Islam`in inişiyle birlikte heykel kaldırılır ama isim baki kalır. Kıble sözü tanrıçanın adındandır.

Anadolu`da Anaerkil Kültürün Izleri

Kadim anaerki kalesi olan Anadolu`da hala uzlaştırıcı anaerkil kültürle, tahakkümcü ataerkil kültürün savaşı sürmektedir. Azimle ataerkil dayatmaya direnen anaerkil Anadolu kültürü; felsefede, mitolojide, sembol ve fayda ilişkilerinde peyderbey kendini hatırlatarak toplum hafızasında kendisini çok derinlere kazıdığını ispat eder. Dilimizde ana-anne sözcüğü, büyük oranda anaerkil olduğu bilinen Hitit devlet dininde tüm tanrıların annesi olan Hanna-hanna`nın ta kendisidir. Hitit mitolojisinde bu ana tanrıçanın, ortalardan kaybolarak bereketin ölümüne yol açan Tellipinu`yu bir arının yardımıyla nasıl bulduğu anlatılır. Artemis`in de simgelerinden biri olan arı, ana-erkil bir yaratıktır. Anadolu aleviliğinde hala eski bir efsane olarak yaşamaya devam eden « Sarı kız », adına düzenlenen semahlarda arı ile sembolize edilir. « Sarı kız » da, Hanna ve Artemis gibi bir kraliçe arı ve Anadolu Alevileri arasında kalmış ve unutulmaya yüz tutmuş bir Anadolu piridir. Ida (Kaz) dağını yurt edinen Tahtalı Alevileri arasında yaygın olan Sarı kız semahında, Sarı kızı oynayan genç kızın giydiği üç etekten ikisi sırt kısmına gelecek şekilde katlanarak kraliçe arının kanatları resmedilir.

Anaerkil kültürden intikal ettiği sanılan bir başka inanç sembolu kutsal 3 sayısıdır. Anadolu`da binlerce yıldır tüm motiflere, heykellere ve simgelere benzer şekillerde akseden kutsal üçgenle yakından ilişkisi olduğu aşikardır. Kutsal üçgen kadınsal üreme organına vurgu yapar. Anaerkide ; kutsal ve bereketli üçgen, venüs deltası ve iki ırmak arasında kalan bereket havzası diye isimler alan bu inancın farklı varyantlarıyla halen karşılaşabilmek mümkündür. Alfa; erkek, yani bir boğa başıyla, kadın; delta, yani üçgenle sembolleştirilmiştir. Teferruata girmeden, basit bir soruyla bu mevzuyu aydınlığa kavuşturmak mümkündür: Askerin boynuna anası tarafından asılan muska neden üçgendir?

Bir Anadolu Çocuğu Kadın Antipatizanlığı Yapamaz

Anadolu`yu yurt yapan ve kadın meselesine kafa yoran Ademoğlunun, uzaklara yelken açmadan, ekmeğini yiyip suyunu içtiği toprakların geçmişine uzanması ve nereden geldiğini sorgulaması, iştigal ettiği konuda kendine bol miktarda malzeme teminatı sağlayacaktır. Anadolu`nun havasını soluyup, mayasıyla mayalanamayanlar, şark ağzıyla konuştuğunu vehmedip garp mantığını bayraklaştırmaktan öteye gidemezler. Iki büyük tek Tanrılı dinin, baskın Yunan mitinin etkisi altında ataerkil anlayışa hizmete amade tutulması, son din Islam`ın da aynı tehlikeye maruz kalmasına yol açmıştır. Kısmen ataerkilleştirilen din, ilahiliğini muhafaza eden bir kutsal kitabın koruması sayesinde, tüm hellenistik çabalara rağmen kadın düşmanlığında ileri gidilmesine müsade etmemiştir. Kur-an`ın „Kadınlar sizin tarlalarınızdır“ teşbihi üzerinde düşünülmesi gerekmektedir. Biz aynı tonda çağrışım yapan bir cümleye Brahmanizm`in kutsal metinlerinde rastlıyoruz. Veda`larda geçen metinde bir evlenme töreni sırasında rahibin okuduğu ilahiden mısralara yer verilir. Mezkur metinde gelin kocasının evine gelince rahip şöyle seslenir: “Bu kadın canlı bir tarla, ona tohum ekeceksin. Çocuklar verecek sana”. Kadının tarlaya benzetilmesi, toprağı anayla özdeşleştiren anaerkil söylemin bariz bir uzantısıdır.

Cinsiyetler karşısındaki objektif duruşuyla ilahi adaleti beşerin üzerinde hakim kılmaya çalışan kutsal kitap Kur-an, kadın meselesinde diğer iki büyük dinin malum referanslarını çok gerilerde bırakacak düzeyde bir tutarlılık sergilemiş; kadını yüceltmiş, korumuş, desteklemiştir. Grek kültürünün egemenliği altında kadın düşmanlığını şiar edinen ataerkil Avrupa medeniyeti, dünya capında hakim olduğu iktidar sayesinde, kökten anaerkil şark kültürünü de büyük oranda kendine benzetmeye muktedir olmuştur. Bize düşen vazife ise kutsal kitabımızı okumak, anlamaya gayret sarfetmek ve aslımıza dönmektir.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir