(Bu yazı, Dücane Cündioğlu imzalı Cemil Meriç monografisinin bir mebhasının, “Bir Mabed İşçisi Cemil Meriç” kitabının naçizane bir şerhi sayılmalıdır)
Emine Karahocagil Arslaner
Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri düzenleyecekleri Cemil Meriç’i anma programı[1] için prosedür gereği öğrenci işleri dekanlığına bir dilekçe verirler. Dilekçeye gelen cevap 2006 yılının en trajikomik olayları listesine girecek kırattadır:
“Cemil Meriç’in katılacağı Cemil Meriç’i anma programının İbrahim Bodur Salonu’nda yapılmasına onay verilmiştir…”
Üstad hakkında çok şey yazıldı, çok şey söylendi, anma programları düzenlendi, kültür merkezlerine, parklara, bahçelere adı verildi. Yapılan bu yatırımların ülkemizin çok gözde bir eğitim kurumunun yönetici kadrosunun belleğinde dahi minnacık bir iz bırakmamış olması iki türlü izah edilebilir:
1) Bütün bu gayretler hiçbir işe yaramamıştır yahut yeterli olamamıştır.
2) Bütün bu gayretler o kadar çok abartılmıştır ki, akademisyenlerimizin kafası karıştırılmıştır ve hamasetle kaynaşan malumatlar çemberinde iflahı imkânsız birer Cemil Meriç hayranı kesildikleri için onun 19 yıl önce vefat ettiği gerçeği taraflarından kabul görememiştir.
“Hayatta olduğu var sayılan bir şahsiyet için anma programı düzenlemenin keyfiyeti nasıl izah edilir?” sorusuna verecek cevabım yok…
Öğrenciler arasında oldukça keyifli esprilere malzeme olan bu trajikomik onay metnindeki tek arıza, konuşmacı olarak davet edilen Ümit Meriç’in isminin Cemil Meriç’le karıştırılması değil. Bir diğer konuşmacının adı da bu talihsiz dalgınlığa kurban gitmiştir: Dücane Cündioğlu.
Son çıkanlar listelerini takip edenlerin malumudur, Dücane Cündioğlu Üstad hakkında bugüne kadar yapılan en kapsamlı etütlerin mimarı. Balzac romanlarına duyduğu merak, onu Türk-İslam felsefe geleneği ile haşir neşir olduğu etimolojik ve hermenötik mabedinden koparıp Cemil Meriç’in mabedine atar. Cemil Meriç’i teksif eden muharrir bu halitadan Mütercim, Münekkid ve Mütefekkir Meriç’i anlatan üç faydalı eser ibda eder. Mütercim ve Mütefekkir Meriç’le geçtiğimiz aylarda müşerref olduk. Münekkid Cemil Meriç’in anlatıldığı “Bir Mabed Savaşçısı Cemil Meriç” kitabi ise mart ayı içinde kitapçı vitrinlerinde görülmeye başlandı.
Geçtiğimiz yılın Aralık ayında düzenlenen Cemil Meriç panelinde [2]Ümit Meriç Cündioğlu hakkında “Dünya üzerindeki birinci Cemil Meriç uzmanı” şeklinde bir cümle kullandı. Üstad hakkında yapılan bu hacimli analizlerin ruhuna nüfuz etme sabrını göstermeden Ümit Meriç Hoca’nın takdimini takdir ya da taltif olarak nitelendirmek acelecilik olurdu. Aceleci davranmadık. Bizi Cemil Meriç’in en çok mütefekkir tarafı ilgilendirdiği için okumaya “Bir Mabed İşçisi Cemil Meriç” kitabından başladık. Bu yazı, Dücane Cündioğlu imzalı Cemil Meriç monografisinin bir mebhasının, “Bir Mabed İşçisi Cemil Meriç” kitabının naçizane bir şerhi sayılmalıdır.
Kitabın Önsözü[3]
Cündioğlu kitabının önsözünde Reşit Rıza’nın İbn Haldun’a atfettiği “O bir alim değildir; o sadece bir tarihçidir” ifadesinden mülhem, Üstad’ın mevcut ve potansiyel okurlarının kafasında yer etmiş tavsiflerini sorular esliğinde teker teker masaya yatırıyor. “Cemil Meriç bir ilim adamı mıdır?” sorusundaki hikmet, akabinde gelen “(…)Modern manada bir bilim adamı değildi. Klasik manada bir âlim de değildi. Belirli bir branşı olan bir akademisyen ise hiç değildi” cevabıyla tebarüz edilmeye çalışılsa da, Meriç severlerin inkisarından duyulacak endişe ağır basıyor olmalı ki, hakikat ve hakikat ehlinin sadakatine tevdi edilerek muğlâkta bırakılıyor. “Bir fikir adamıydı, bir mütefekkirdi” iddiasının üzerine büyütecini uzatan müellif, Meriç âşıklarının muhtelif fasılalarla serdettikleri; bir kısmı abartılı, bir kısmi isabetli, bir kısmı ise gayet samimi tasvirlerini tenkid ediyor, bu arada karsılaşacağı muhtemel eleştirileri de yine kendisine has üslubuyla i’tab etmeyi unutmuyor ve ekliyor:
“Vefatının üzerinden yirmi yıl geçmiş olan bir Cumhuriyet aydını hakkında sıklıkla tekrarlanan bu süslü tanımların tesirini sanırım kimse zayıflatmak istemeyecek, kimse bezirgân manilerinin parlaklığına gereksiz yere gölge düşürmeye yeltenmeyecektir”[4]
Cündioğlu’nun bu şairane methiyelerin parlaklığına gölge düşürmek niyetiyle değil de, Cemil Meriç’in yirmi yıldır tersim edilen simasının üzerine ışık serpmek için bu kitapları kaleme aldığından eminiz. Cündioğlu’nun eserleriyle muvacehemiz bu malumatın tesis ettiği güven duygusunun refakatinde olmuştur. Muharririmizin tedirginliğini Meriç okurları hakkındaki önyargılarına ve saplantılarına bağlamaktan başka birsek gelmiyor elimizden.
Cündioğlu analizlerine devam ediyor ve Meriç’e “fikir adamı” sıfatını yakıştıranları; Cemil Meriç külliyatındaki eksiklikler, kifayetsizlikler ve tahriflerden dolayı cevaplamakta çok zorlandığı, “nasıl ve ne düzeyde bir fikir adamı?” sorusuyla karşılıyor. Bu soruyla birlikte Meriç külliyatının uğradığı nikbeti, terkib ve telif yöntemlerindeki arızaların tahlili yapılıyor uzun uzun. Kitabı hakkında verdiği bir ön bilginin ardından yazar, “Bir kuş ürkekliğiyle kaleme alınan bu eser, okurundan aynı ürkekliği kuşanmasını talep etmektedir” ikazıyla aralıyor cümle kapısını okurlarına.
Kronoloji Aptalların Tarihi[5]
Bir kuş ürkekliği kuşanmamızı talep eden yazarın kuşları ürkütmekten imtina edeceği düşünülmesin. Bu ikazın muradı okuru emeğe saygıya, dürüstlüğe ve temkine davet etmekten ibaret. Cündioğlu’nun ikazını aklımızın duvarına asarak atıyoruz adımımızı eşikten…
Bizi Rousseau karşılıyor. Çağdaşları tarafından; çocuklarını yetimhaneye vermekle, hayat kadınlarıyla düşüp kalkmakla itham edilen Rousseau’nun kendini anlatmak için yazdığını söylediği “İtiraflarım” kitabından yapılan alıntılar, Stefan Zweig’in Rousseau’yu tekzip eden ifadeleri ve Cündioğlu’nun yorumlarıyla vuzuha kavuşturuluyor. “İnsan ne kadar doğruyu söylediğine inanırsa inansın, hatta bizatihi ne kadar doğru söylerse söylesin, yine de söyledikleri gerçeğin, kendi gerçeğinin sadece bir kısmıdır; süzgeçten geçirilmiş, onarılmış, düzeltilmiş bir kısmı hem de” diyor Cündioğlu ve Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın benperestlikle ilgili mülahazalarının ardından konuyu yine Kurosawa’nın cümleleriyle kapatıyor: “Hiçbir şey bir insanla ilgili gerçekleri onun eserlerinden daha iyi sergileyemez”. Cündioğlu’nun Meriç’in fikir serüvenlerini eserlerinden hareketle anlatacağının işareti sayılabilecek bu cümleler, yüzümüzde memnun bir tebessüme yol acıyor.
Memnun ve mütebessim, okumaya devam ediyoruz…
Meriç kronolojisi ile ilgili paragraflara seçilen alt baslık çok ilgimizi çekiyor: Bir Latifenin Hikâyesi[6]. Meriç’in çeşitli vesilelerle çizdiği, fikir hayatının merhalelerini gösteren krokiler arasındaki önemsiz ayrıntılar, farklar, tezatlar yazar tarafından ayrı ayrı ele alınıyor. Kronolojilerden yola çıkarak Meriç’in, hayatının belli dönemlerinde o dönemdeki itibarını dik tutacak maskelerle dolaştığı sonucuna ulaşan yazar [7], Meriç’in çocukluk dönemlerini “koyu Müslümanlık devri” olarak nitelendirmesini oldukça gülünç buluyor[8]. Meriç’in sağcıların beklentilerine cevap verebilmek için böyle bir latifede bulunduğunu iddia eden ve bu latifeyi ciddiye alıp çeşitli makalelerinde kullanan yazarları tezyif eden müellifimiz için küçük bir hatırlatmada bulunmadan geçemiyoruz ve kitabın kenar sularına düşüyoruz notumuzu: Eğer Jurnal 2. ciltteki “Gerçeği Paranteze Almak” başlığına dikkat edilmiş olsaydı, bir ihtimal böyle düşünülmeyecekti. Meriç, 31 Mayıs 1981’de karaladığı bu satırlarda koyu Müslümanlık dönemi olarak vasıflandırdığı yıllara döner ve iman, inkâr ekseninde filizlenmeye başlayan fikri temayüllerinin nasıl şekillendiğini anlatır. İşte o başlıktan birkaç satır:
“Çocukluk… şuurun gözlerini oluşturduğu günler. İntibalar rüyadaki gibi silik ve kaypak. Büyüklerin anlaşılamayan dünyası. Bir yasaklar ağı içinde kıpırdamağa çalışan cılız, zavallı bir hayvancık. Öbür dünya, cami avlusunda görülen birkaç tabut. Mahiyeti meçhul kelimeler: Cehennem, kabir azabı, ölüm. (…) Herkes inanmış görünüyor. O da aynı tatsız oyunun adsız bir figüranı.” [9]
Cemil Meriç çocukluk yıllarında vasat bir Müslüman olduğunu her vesile ile dile getirir. Eğer burada bir gariplik varsa bu gariplik bizzat Üstad’ın beyanlarından zuhur etmektedir, onun ifadelerine binaen serdedilen ve çocukluk yıllarındaki İslami hassasiyetine vurgu yapılan yazıların sahiplerinden değil. Meriç’in bir takım grupları, odakları, şahısları memnun etme gayesiyle böyle bir latifede bulunduğuna ihtimal vermiyoruz ve geçiyoruz.
Cündioğlu, Meriç’in kronolojisi ile ilgili tetkiklerini yaparken müstefit olduğu bir kitabın adını çok garip bir iddiayla birlikte tenkit malzemesi yapıyor. İddia şöyle:
“(…) Cemil Meriç gerçekten de düşüncenin gökkuşağı mıydı? (…) Mesela düşüncenin gökkuşağı değildi; zira bir gökkuşağının tutarsızlığından veya tezatlarla malul olduğundan söz edilemez. Oysa Cemil Meriç tezatlarıyla meşhurdur ve bir düşünür için vahamet arz etse bile, bu bir sanatçı (!) için asla esaslı bir zaaf olarak görülemez.”[10]
Bir gökkuşağında tezatlardan bahsedilemeyeceğini söyleyen yazarın, -kanaati aczimizce- yasamın yedi rengine kendi bünyesinde sulh imzalatıp, hayattaki tezatların barış dolu bir atmosferde bir araya getirildiğinde ortaya ne kadar muhteşem manzaraların çıkabileceği mesajını veren bu tabiat harikasına yeniden bakmasında yarar var. Gökkuşağı birbirine zıt renk kümelerinden müteşekkil bir tabiat harikasıdır; tıpkı düşüncenin med cezirleri ve Cemil Meriç’in telvinleri gibi. Hayatı bütün cepheleriyle tuvaline dökmek isteyen bir ressamın siyahla beyazı yan yana kullanmaması düşünülemez. Aynı şekilde düşünceyi bütün buutlarıyla kaleminden damıtan bir mutaharrir; çatışmalardan, metaforlardan, tenakuzlardan uzak, yani hayatın kendisinden uzak bir zihniyet ile fikir dünyasının en zıt kutuplarını temsil eden dimağların, eserleri karsısında müşterek bir takdir duymalarını sağlayamazdı.
Şöyle bir soruyla bu konunun derinlerine uzanabiliriz: Felsefe tarihinde çelişkiye düşmemeyi basarmış bir düşünür var mıdır? Hiç çelişkiye düşmemiş bu müstesna düşünürü felsefe tarihinin karanlık koridorları arasından bir çırpıda bulup çıkarmak çok zor ama tenakuzun felsefede, ideolojilerde ve bilimde ne düzeyde bir yer işgal ettiği sorusuna cevap arayabiliriz.
Sabit olduğunu, formülünün bir eşittir bir olduğunu söyleyenler, hayatın donuk ve tek kareden ibaret bir fotoğraf olduğunu da tasdik etmek zorunda kalırlar. Hakikat böyle değildir. Hayat değişkendir. “Aynı nehirde iki defa yıkanamazsın” diyen İyonyalı filozof Heraklit, hayatın sürekli bir devinim içinde olduğunu, bu devinimin devamı için çelişkilerin zaruri olduğunu söyler ve felsefesini çelişkiler üzerine inşa eder.[11] Heraklit’te “logos” mahlasıyla tezehhür eden “çoklukta birlik” ilkesinin tohumu İyon felsefesini derinden etkileyen eski Doğu, yani Çin ve Hint felsefelerinde atılmıştır. M.Ö. 6. yy’da Lao Tzu tarafından kurulan Taoizm, Ying Yang kuramı altında bütün zıt kutupları dengeye davet eder. [12] İyi-kötü, güzel-çirkin, gece-gündüz, siyah-beyaz Ying Yang’da dengeye kavuşur, çünkü bütün bu zıtlıklar ondan türemiştir ve yine orada bir araya gelerek asıllarına rücu eder, yek vücût olurlar. [13]
Çelişki, Zerdüştlük inancında da güç sahibidir. Ehrimen ve Hürmüz kavramlarıyla iki karşı gücün, iki zıt dünya görüşünün ve insanoğluna has televvünlerin tasvirleri yapılır. Ehrimen ve Hürmüz ikilemi Filibeli Ahmet Hilmi’nin Amak-ı Hayâl eseriyle birlikte Türk tasavvufunda da kabul görmeyi başarmıştır.
Çelişki, Diyalektik Materyalizm’in çıkış noktası olan diyalektik düşünce yönteminin temel yasalarından birinin hammaddesidir; zıtların iç içe geçmesi yasası. Formel mantığın kısmen reddi sayılabilecek bu yasa, değişim süreçlerinin nitel bir sıçrama yahut tedrici bir gelişim döneminden sonra vuku bulduklarını söyler ve ekler: Bu süreçleri harekete geçiren etken çelişkidir.
‘Tenakuz’ bilimde de kendisini unutturmaz. Kuantum teorisinin ana meselesidir çelişki. Bu teoriye göre enerji çift kişiliklidir, yani çelişkilidir. Bazı deneylerde elektromanyetik dalgalara bürünen enerji, kimi deneylerde parçacıklar halinde açığa çıkar.
Felsefeden bilime, sanattan edebiyata, hayatın her alanında yok sayılması imkânsız bir güce sahip olan tenakuz mefhumunun Meriç’e yakıştırılmaması ne kadar gariptir. Meriç ve diğer düşünürlerde tenakuzlara rastlanması değil, tenakuzlarını ahenkli bir bütüne kavuşturamamaları ayıplanabilir. Meriç tezatlarını, samimi itirafları, kelam kabiliyeti ve nevi sahsına münhasır bir düşünce örgüsüyle bezemiş, okuruna tenakuzlarından tevillere ulaşma keyfini yaşatmıştır.
Kitabı incelemeye devam ediyoruz.
Meriç’in fikir serüveni ve ideolojik aidiyeti konularında çeşitli vesilelerle verdiği beyanatlardaki tezatları teker teker çırpmaya devam ediyor Cündioğlu. Hayli terleyip “İllallah” ettikten sonra nihayet yeni bir başlığa kavuşuyoruz:
Serazat Bir Zirvenin Uçurumları[14]
Cündioğlu seçtiği başlıkla müsemma, Meriç’in uçurumlarından birinin tahlilini yapıyor. Meriç, Hz. İsa ekseninde kaleme aldığı makalesinde İsa peygambere hakaret etmiş, Mehmet Çınarlı’nın uyarılarını dikkate alarak makalesindeki ifadeleri yumuşatmış, yazarın ifadesiyle “meselenin nezaketini kavramış”tır[15]. Aylarca Cemil Meriç’le iştigal eden, neredeyse evinden dışarı çıkmayan, harc-ı âlem hakkındaki ihsaslarını bir hayli kaybeden, muhayyilesi Meriç’in makaleleriyle dolup taşan, rüyalarında Meriç’ i nakavt ettiğini söyleyecek kadar onu kafatasında hareket ettiren, azap çektiren, konuşturan, güldüren muharririn Ustad’la kerhen de olsa bir duygudaşlık kuramadığını hayretler içinde müşahede ediyoruz. Cündioğlu, Meriç’in İsa peygamberi bir remiz olarak kullanmadığına, dolaysız olarak Hz. İsa’ya hakaret ettiğine dair savını, eşi Fevziye Hanım ve kızı Ümit Meriç’in ilgili makaleye itirazlarına vurgu yaptıktan sonra, oğlu Mahmut Ali’ye bir yılbaşı öncesinde yazdığı mektupla mesnetlendiriyor.[16] Ne malum itirazlar, ne de adı geçen mektuptaki ifadeler Üstad’ın Çınarlı’ya gönderdiği cevabi mektuptaki savunma metnini lağvedemiyor. İman sahiplerinin hassasiyeti dikkate alınarak metindeki ifadelerin yumuşatılmış olması makalenin terkibindeki asıl niyete gölge düşürmez. Meriç bu makalede çağdaş Avrupa medeniyetini telin etmek istemiştir. Cemil Meriç özgün ve özgür bir düşünce neferi, bağımsız ve başına buyruk bir münevver olarak okunduğu zaman ancak böyle nazik temalara ilişkin teşbihleri doğru algılanabilir.
Gerçek şu ki, Üstad mütedeyyin bir Müslüman değildi, sadece ‘iman sahibi’ bir Müslüman’dı. Bütün bu tezat gibi duran dalgalanmalarda Meriç’in malum dilemması yatmaktadır, “Ben imanımla, dilimle, zevklerimle İslam ve Türk’üm ama kafaca Avrupalı” diyen bir muzdaribin dilemması. Üstad’ın, İncil’i ve Tevrat’ı Kur’an’dan daha iyi tanıdığı söylenebilir. “Işık Doğudan Gelir” kitabının büyük bir kısmını Eski ve Yeni Ahit etütlerine ayırmıştır. Kitab-ı Mukaddes’e içindeki bazı çeviri yanlışlarını fark edebilecek kadar vakıftı Cemil Meriç. Bugün Hıristiyan dünyası hala Tekvin’de gecen ve Meriç’in tespitiyle “büyük bir rüzgâr” olarak tercüme edilmesi gereken ibareyi, “Allah’ın ruhu” şeklinde okumaya devam etmektedir.[17] Meriç aynı yazısında Matta İncili’nde mütercimin Yunanca kamelos (deve) ile kamilos (halat) kelimelerini karıştırdığını söyleyerek çoğu Hıristiyan’ın farkında olmadığı bir çeviri faciasını ifşa eder. Onun müktesebatını iyi tahlil edenler, Gandi’ye Hz. Muhammed’den daha aşina olduğu sonucunu da rahatlıkla çıkarılabilirler. Böyle bir tespit Meriç’in, okurları nezdindeci müspet imajına leke düşürebilir mi?
Bu satırların yazarı, Meriç’in dinine bihakkın vakıf bir Müslüman gibi tanıtılmaya çalışılmasını, böyle olmadığı takdirde daha az okunacak, hatta küllün reddedilecekmiş gibi fuzuli bir tedirginliğin, onu nispeten yakından tanıyan ve tanıtabilmek namına imkânlarının izin verdiği ölçüde çabalayan insanların bilinçaltlarına işlenmesini her daim rahatsız edici bulmuştur. Cündioğlu da ürünlerinin konseptini böyle bir çekingenliğin hâkim olduğu bir atmosferde tanzim etmek zorunda kalmıştır. Bu konsepte sahip kitapların mübdiini, “kral çıplak” diyen çocuğun uyandırdığı rikkate mazhar olmuştur. Cündioğlu’nun Meriç’in çelişkilerine dair temrinleri, İslami duyarlılığının seviyesine ilişkin tespitleri, potansiyel Meriç severlerin duyacakları muhtemel sempatiyi zedeleyecek bir sevimsizlik arz etmediği gibi, onu tanıyanları da şaşkınlığa düşürecek bir fevkaladeliği haiz değildirler. Meriç’i okuyanlar onu İslam’ı öğrenmek, daha iyi bir Müslüman olmak için okumamışlardır, okumazlar. Meriç’i okuyanlar onu; tenakuzlardan uzak, dini bütün, günahtan kirden münezzeh bir Sahyun nebisi gibi tahayyül ettikleri için de okumamışlardır. Meriç’i okumaya başlayanların yolları Araf’taki bir bilgenin uzattığı fenerin ışığıyla aydınlatılır. Belki de onların kalplerini Meriç’in halvethanesine çivileyen kudret bu halvethanenin müesses bulunduğu mekânda, yani Araf’ta yatmaktadır. Araf’taki Meriç bağımsızdır. O; bütün şartlanmışlıklardan, tabulardan, tandanslardan azad bir reybidir. Anti parantez, sevdiklerimize çok geçmeden ulûhiyet atfedecek temperamente sahip bir toplum olduğumuz dikkate alındığında Cündioğlu’nun edisyonları farklı bir anlam kazanabilir. Böyle bir tedbir mevcut şartlardan dolayı ne kadar elzem olsa da, Meriç’in çelişkilerinin ve yakışıksız bulunan remizlerinin arka planlarını aksettiremeyen tetkikler, müdekkikin şahadetine güven duyulmasını engelleyebilir.
İlk Yorumu Siz Yapın