Bir yıldız daha kaydı, haydi dilek tut… Tut, çabuk tut, kayıyor yıldız! Tutamadın yıldızı, dileğin elinden kaydı. Ne çabuk kaydı son yıldız ve ne de çabuk kayıp gitti yanımızdan zaman. Zaman, dört nala koşan küheylan; en asude umutlarımızı, hayallerimizi, biriktirip artırdıklarımızı gür yelelerine tutuşturup, kayboldu ufuklarda. Zaman, sesimizin bile yamaçlarında yankı bulamadığı yalçın dağlar gibi girdi aramıza. Sen zamanların ardındasın artık, biliyorum…
Ve biliyorum, hiç ummuyordun yıldızlar gibi gönül asumanından kayan umutların birer ukde olup içindeki yusuf kuyusuna döküleceklerini ve binbir umutla uzanacak bir el bekleyeceklerini. Oysa ne büyük bir iştiyakla yıllar ötesindeki “sen” için yatırımlar yapıyordun. Ne kadar çok seviyordun o, hiç tanımadığın sen`i. O`nun için yatıyordun istihare namazlarına; beyaz çıkarsa “sen” mutlu olacak, kırmızı çıkarsa “ben” daha çok çalışacak… O “sen” için suluyordun ruhundaki tüm filizleri ve büyütüyordun biteviye ufkundaki devrilmez çınarları; birgün mustakbel sen`e gölge olsunlar, sırt olsunlar, oksijen olsunlar diye. Öyle güveniyordun ki o`na, en sevdiklerine O´nun adına vaadlerde bulunmaktan hiç imtina etmiyordun: Her daim seveceğim. Hep yanında olacağım. Hiç bırakmayacağım….
« Sen », yıldızları saçlarından yakalayamadı ve hayalini kurduğun o ihtişamli tahtına vakurla kurulamadı. Üstelik o, ipeksi vaadlerle okşayıp sevdiğin bütün kalpleri de hoyratça yıpratarak eskittin. Şimdi, iki kaşının arasında kanayan yıllar, ayakkabılarında geçip gittiğin çamurlu yolların bıraktığı kirli izler, toplu fotoğrafların kıyısına köşesine gizlenmiş karanlık bir iskelet gibisin. Tahassürle eğiliyorsun eski resimlerine; bu “sen”, o “sen” değilsin…
İlkbahar, yaz, sonbahar geçti. Kışa yaklaştığını aynalara düşen donayazmış bakışlarından ve saçlarına düşen kar tanelerinden anlıyorsun. Suyu boşalmış bir kova gibi bedenin. Dudakları çatlamış bir çöl bedevisi gibi yeni vahalara hasretsin ama afaki muhabbetlere tahammülü olmayan zihnin, çevrendeki bütün nefesleri susturarak tüketti. Bir zamanlar şeref konuğu olarak ağırlandığın cümle dost meclislerinden insafsız bir yalnızlığa sürgün edildin. Hangi dalı tutsa ellerin, elinde kalıyor artık; hangi ümide takılsa yüreğin, kırılıyor. Hangi ağaca yaslansa bedenin, kuruyor ve hangi deryaya dalsa gözlerin, boğuluyor… Boğuluyorsun…
Boğuluyorsun ve hayatının mutat akışına karışıp sürüklenen ruhunun, ansızın ikiye ayrılmasından ve kalbinin ortasından yarılmasından mücessem bir uçurumun kıyısında buluyorsun kendini. Sen`i atmak istiyorsun o uçurumdan aşağı ve yeniden doğmak istiyorsun. Sen`i küçültmek, küçültmek ve avucunun içine sığdırabilmek istiyorsun. Avucunun içine konmuş bir sinek gibi, sıkılan bir yumrukla ezmek istiyorsun bütün benliğini.
Sen, ibrişim dantelleri sökülen kadın ve sen, dudağındaki ıslığı tekme tokat kesilen adam. Kaç “sen” daha üretmeye talipsin hayatının diğer yarısında? Kaç sıkılan yumrukla tüketmeyi düşünüyorsun neslini sen`li kimliklerinin?
Doğuracağın her sen; her yeni suret, her yeni karakter ve kabiliyet, farklı nuanslarla resmedecek ebediyete intikal edecek mustakbel hatıranı. Hangi resim gercek sen`i yansıtacak? Yaratacağın her yeni kompozisyonda kendini bir daha parçalayacaksın. Paramparça olan bir aynada sana ait olan parçaları ararken, çıldıracaksın. Bu yüz senin değil, bu yüz onların istediği yüz. Şu kenara itilmiş, usta bir nişancıya ait gibi duran, sufli bir takım hedeflere kilitlenmiş gözler de senin değil. Onları en menfaatperest umutlarla bağlandığın yalancı dostların üretti. Dudağının kenarına yakıştırılmış titrek mimikler ve alnına dizilen disiplinli çizgiler… Onlar, başrole soyunduğun ontolojik tiyatroda, emri yevmiyelerine gönüllü teslim olduğun rejisörünün objektifine düşen enstanteler sadece. Sen yoksun bu manzarada ve uzaklaşmaya devam ettikçe içindeki ben`e, başka senlerle karşılaşacaksın, gözbebeklerin aynalara her düştüğünde.
Şimdi dönme zamanıdır kendi içine, sahici yüzünle. Indirme zamanıdır tüm maskeleri ve soyunma zamanıdır imitasyonlarından, bütün cesaretinle. Dindarane bir riyazet, kutsal bir ürperti ve ilahi bir irkilişle, sulh yapma zamanıdır kendinle, kendi içinde.
Sus ve dinle! Sus ve içindeki ben`e söz hakkı ver. Derin bir nefes al ve kendine kulak ver. Kıs sesini arka plandaki gürültülerin. Sustur bütün parazitleri; telkinleri, tavsiyeleri, ahu vahları, teneke tıkırtılarını, diş gıcırtılarını, alkış tufanlarını, kahkahaları ve sadece, kendini dinle Korkma egonla yüzleşmekten ve bir iç muhasebede kaybolup gitmekten. Şuurunun lambalarını yak ve sıyrıl, dünyanı sarıp sarmalayan bu karanlık, behimi ve sahte hayat tarzından. Kapat gözlerini zahire ve aç şimdi, kendi içine. Içinde dönüp duran lacivert gökkubbeye doğru araladığın zaman kirpiklerini, binlerce ışık topu karşılayacak seni ve avucundan kayan bütün yıldızları, orada seni beklerken bulacaksın. Bir tomurcuğun patlama anı kadar muhteşem, bir kelebeğin kozayı yırttığı an kadar mükemmel, bir bebeğin dünyaya ilk göz kırpışı kadar mukaddes bir an olacak, içindeki ben`e temas ettiğin o dem. Bulduğun zaman içindeki ben`i ve tanıdığın zaman aslını, sökeceksin ruhunu saran tüm sarmaşıkları ve kurtulacaksın, beynine çakılan asırlık kazıklardan.
O halde vakit kaybetme! Haydi kapat gözlerini ve dökül yavaş yavaş iç denizlerine, bir ırmak gibi.
Şimdi yeniden sor kendine; hangi sen, gerçek sen`sin?
(dunyabulteni.net sitesinde yayinlanmistir)
İlk Yorumu Siz Yapın