Alman yazar Stefan Weidner Frankfurter Allgemeine gazetesinde yer alan makalesinde Sekülarizmi ve Batı’nın laiklik algısını masaya yatırdı. Weidner makalesinin başlığında “İslam’ı örnek alamaz mıyız?” diye sordu ve “müslümanlar bir vizyon sahibi olmaları hasebiyle Avrupalılar’dan daha çağdaşdırlar” dedi. Stefan Weidner’in enteresan makalesi:
Stefan Weidner
çev. : Emine Karahocagil Arslaner
Yaygın bir görüşe göre, İslam’ın siyasi anlamda bir kirliliği vardır. Bulaşma riski taşıdığı için değil… Bariz bir şekilde dini siyasetten ayrı tutmadığı için, Şeriat’i imani ve beşeri bir kanun olarak sunduğu için ve bunların doğal sonucu olarak, inanan bir müslümanın en azından teorik olarak bizim seküler hukuk devletimizle problemler yaşaması zaruri olduğu için, islam’ı oldukça sağlıksız buluruz. Gerçi İslami bilimler, müslümanların aslında dini ve evrensel iktidarları ayırmayı tam olarak bilmedikleri konusunda şüpheler taşıyorlar. Biz bu iddiayı önce bir kenara koyalım. İslam’da “din ve devlet işlerinin ayrılması” meselesinin çözümü son tahlilde, bizim tercih ettiğimiz siyasal konseptleri bu dinde de bulabilmemize bağlıdır. Bu mümkün olsa bile, ortaya çıkan tablo birbirinden gayet farklı iki ayrı esinlenme olacaktır.
Şu gerçeği göz önüne alalım: İslam’da en azından çok ciddi bir özel ve kamusal alan ayrımı vardır. Kadının örtüsü, dışardan gayet mütevazi lakin asıl görkemini içerde teşhir eden geleneksel İslam mimarisi günümüze kadar kadar bu ayrımın en sadık şahitleri olmuşlardır. Evet, İslam’da mahremiyetin kutsallığı, Batı’da kabul edilen kriterlerden çok daha yükseklerdedir.
İslam’da gerçekten yetersiz bir din ve siyaset ayrımı bulunduğunu kabul edelim ve bu kabülü, kendi siyaset ve din anlayışımız üzerinde düşünmek için bir teşvik addedelim; bizdeki din ve siyaset ayrımı, ‘devlet ve bireysel inanç meseleleri’ ayrımı gibi iddialar ne kadar dürüst iddialardır? Devam edersek; Bu ayrım mevcut sistemlerin dünya piyasalarındaki rekabetler savaşında, yaşamın ve birlikte yaşama idealinin en cazip vizyonu olabilecek kadar gelecek vaad ediyor mu? Yeterince kudretli, kuvvetli ve dayanıklı mı?
Bizde din konusunda çok yaygın olan bu görüşü ortaya atan ilk isim Friedrich Schleiermacher aslında, aydınlanmacı münekkidlerin saldırılarına karşı, dinde kendine has, müdahale edilemez bir alanı korumaya almayı amaçlıyordu. Schleiermacher “Reden über die Religion” (Din hakkında konuşmak) isimli eserinde dini, “O’nun doğasında ne düşünmek ne de harekete geçmek vardır. O sadece bir görüş ve hissediştir” şeklinde tarif ediyordu. Bu düşünce o kadar büyük bir itibar kazandı ki, din hakkında genel kabul gören düşünce biçimi haline geldi. İslam’ın içeriğinde yer alan Sufizm, yanı İslami mistisizm’in dikkat çekici popülizmine mukabil, Ortadoks İslam’ın Avrupa’da kabul görmemesinin altında bu düşünce yatar. Aynı şekilde, bu düşünceden hareketle saf Avrupalı, Budizm ve Hinduizm gibi mistik dinlerin de insan hayatına mudahale etmediklerine inanır.
Eğer “din”i, görüş ve duyguya indirgerseniz, değişik dini kültürlerin beraberlerinde getirdikleri sürtüşme noktalarını parantez içine, yani karantinaya alır; bu noktaları yanyana getirerek birbirlerini ölçmelerine ve birbirlerini bileyerek düzeltmelerine fırsat vermezsiniz. Bir taraftan değişik dinler arasındaki sürtüşme noktaları için bunu yapar, diğer taraftan da; “görüş ve duygularımız”la, “sosyal ve siyasi” varlığımız arasındaki sürtüşme noktalarının da üstünü kapatırsınız. Bu durum, yüz yıl önce Schleiermacher’in “Dinler Hakkında” yaptığı konuşmalarla kökleri atılan, barış lutfeden veya mevcut barışı koruyan Vestfalyacı barışın bir taktiğidir.
Aramızdan bir çoğu böyle inanıyor ve bu şekilde hareket ediyor. Bu kabul özellikle de, hiçkimse kendilerine hesap soramadığı için veya böyle bir beklenti içine giremediği için, aslında böyle bir beklenti çok da ayıp karşılandığı için herhangi bir dine mensup olmayanlar, bir iman ve tasavvur dünyası bilinci içinde bulunmayanlar için geçerli oluyor. Bizler, içgüdüsel inançlarımızı kamusal alandaki gerçeklerle denetlemekten uzak duruyoruz veya inançlarımızdan utanıyor, onları yarım yamalak ikrar ediyor, rasyonelleştiriyor, tabiri caizse siyasi diskurs’a uydurmaya çalışıyoruz.
Görüş ve duygu kavramlarını teker teker vurgulamak yerine, ikisini de törpülemeyi deneyelim. Çok tatsız, pasif bir ruh dünyası çıkacaktır karşımıza. Bu dünyayı çekilir hale getirecek, eksiklerini telafi edecek teknikler de çok dolambaçlıdır; En çok izlenen program saatlerinde sergilenen basit tavırların yaygınlaşması, psikoterapistlerde oluşan uzun hasta kuyrukları, üzerinde düşünülmeden altı çizilen fikirlerle dışa vurulmaya çalışılan bastırılmış öfkeler… Bütün bu istikrarsızlık ve insicamsızlık hayatımızın çeşitli alanlarını kapsayan genel bir vizyon haline gelmiştir.
Peki, bizim inanç tasavvurlarımız, iç güdüsel kabullerimiz ve dini duygularımız (post veya Pseudo) nelerdir acaba? Daha soru sorulurken, bu konuda hiçbirşey bilmediğimizi anlarız. Sohbet programlarında veya Psikiyatristimizin karşısında iç dünyamızla ilgili detaylar hakkında atıp tutarak, dünya görüşümüz ve –geleneksel kabullere dayansın, dayanmasın- dinsel tasavvurlarımız konusunda ciddi sorumluluklar yüklenmeyi ve onları tartışmaya açmayı unuttuk. Bu inanç tasavvurlarının aslında ne olduklarını ancak birileri bu görüşlere katılmadıkları veya reddettikleri zaman anlıyoruz; örneğin müslümanlarla karşılaştığımız zaman veya günlük haber programlarından birinde bir konuşmacı, piyasalarda çok da tutulmayan bir kadın tasvirinin propagandasını yaptığı zaman…
Etki alanlarının kusursuz bir şekilde birbirinden ayrıldığını iddia ediyoruz ama, kabul etsek de etmesek de, artık çok da bariz olmayan inanç tasavvurlarımıza konuşma yasağı koyuyoruz veya onları tartışmamak zorunda olduğumuz düşüncesini gayet makul karşılıyoruz. Belkide, esasında birbirine son derece bağlı olan etki alanlarının (siyaset ve din) birbirlerine karışmasını sağlıksız bulmamızın altında yatan neden de budur. Bizler, temel inanç tasavvurlarımızın tartışılması konusunu içgüdüsel bir tabuyla kuşattık. Onları sadece gizlemiyoruz, onların neler olduklarını dahi belirlemeden, büyük bir kıskançlıkla sadece kendimize saklıyoruz. Bu suretle belki dini duygularımız korunmuş oluyorlar ama, uğradıkları dışlanmadan mütevellit zamanla körelmeye de başlıyorlar.
Belkide bu tür inanç tasavvurlarımız falan yok. İşte bu düşünce bizi çok rahatlatabilir. Eğer prensiplerimiz yoksa, hiçkimse bizi sarsamaz. Anayasaya, Demokrasiye ve Hukuk devletine bağlılığımızı dilimizle ikrar ederiz ancak bunların ne oldukları sadece uzmanları ilgilendirir. Artık muhalif bir kamuoyunun bizim siyasi kurumlarımızın ötesinde meşgul olabilecekleri bir mesele de kalmamıştır ortada. Siyasi sistem ve alternatif siyasi vizyon arasındaki bu uyumun korkutan bir tarafı vardır. Bu uyum, artık farklı alternatiflerin öne sürülmesinin mümkün olmadığını işaret etmektedir.
Müslümanlardan, ayrılmaları esasında mümkün olmayan öğeleri birbirlerinden koparmalarını isterken aslında, onları bizim sahip olduklarımızdan çok yüksek prensiplere sahip olmakla ve bu prensiplerini ortaya koymakla suçluyoruz. Onları bireysel faydanın ötesinde bir vizyon sahibi olmakla suçluyoruz. Bizler anlaşıldığı kadarıyla, mevcut statüyü koruma konusunda müslümanlardan daha duyarlı(!) olduğumuz için ve müslümanların sahip olduğu bu vizyonu asla tanımadığımız için onu bir tehlike olarak görüyoruz. Müslümanlardan bu iki mühim etki alanını birbirinden ayırmalarını beklemek, onlara şunu demektir; size verdiklerimizle memnun olmayı bilin, daha fazlasını istemeyin. Peki, biz bu durumdan ne kadar ve nereye kadar memnun kalabiliriz?
21. yüzyılda şüphe taşımayan bir inanç tasavvuru yok artık. Sorgulanmayan bir din yok ancak aynı zamanda; sorgulanmayan düşünce biçimi, mantıklı bir fikir ve hatta bizim, başarıya endekslenmiş biyografilerde çok yaygın bir şekilde karşımıza çıkan faydacı zihniyet de yok. Kamuya açık alanlardaki tartışma platformlarında karşımıza çıkan vizyon eksikliği ancak, genelimizin ortalama bir huzura sahip olduğu yolundaki bir tahminle izah edilebilir. Siyasilerimizin de aldıkları kararlarla sadece mevcut durumu korumaya çalıştıklarını gözlemliyoruz. Vasat bir memnuniyet durumu büyük bir lütuftur lakin, manzaraya kuş bakışı baktığımız zaman bunun aynı zamanda çok aldatıcı olduğunu farkederiz. Bilahere, günümüzde çok az sayıda sosyal vizyonun siyasal İslam anlayışından daha itici olduğunu söyleyebiliriz ancak, salt bir vizyon sahibi olmaları hasebiyle, müslümanların bir çoğumuzdan daha hızlı bir şekilde çağı yakaladıklarını da kabul etmek zorundayız.
(22 Mart 2009 tarihinde www.timeturk.com sitesinde yayınlanmıştır)
İlk Yorumu Siz Yapın