"Enter"a basıp içeriğe geçin

İsrail Katliamları ve Gideon Levy

Şiddetin Tanrısı Gazze’yi yine kan gölüne çevirdi. Hamas’in sivrisinek vızıltısını andıran oyuncak füzelerini bahane ederek öfkeli bir gorile dönen İsrail, günlerdir göğsünü yumruklayıp naralar atarak Filistinli masumların canına okuyor.

Toplum balık hafızalıdır. Şiddet üzerine yazılan, Anthony Burton imzalı bir kitabın ön kapağında şöyle deniyor:

“Çok acı, daha doğrusu çok ayıp… Bombalar patlar ve günahsız insanlar göz göre göre öldürülür veya sakatlanırken gazetelerdeki iri başlıklar ve haber bültenlerine öylesine alıştık ki, kılımız bile kıpırdamıyor artık. Birbirini kovalayan her saldırıdan sonra içimizden yükselen öfke çabucak kaybediyor etkisini.”

Bir kibrit yalımı öfke

Evet, Burton haklı, toplum balık hafızalıydı zaten ama gelişen teknolojiyle birlikte dünyamızı sarıp sarmalayan iletişim ağlarının, yer kürenin dört bir tarafından ulaştırdıkları iç karartan haberler, şiddeti hayatımızın yeknesaklığına dâhil etti. Yataktan kalk, trafiğe karış, dört saat çalış, öğlen paydosu, dört saat çalış, trafiğe karış, eve gel, yemek ye, televizyonda şiddet izle, internette top tüfek, mermi ıslıkları arasında gazete sayfalarını dolaş, ah-u vah et, keyfin kaçsın ama yat ve uyu. Unutmak için uyu ya da uyuyabilmek için unut. Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma ve Cumartesi derken aynı rutin işler ve hep kan kokan, aynı haberler…

İnsan her gün taşımak zorunda bırakıldığı bir yükten nereye kadar şikâyet edebilir? Zamanla jestlerimizin otomatizmi de, gündelik hayatın dış ritmine uyar. Gayri ihtiyari konuşuruz, güleriz, üzülürüz, seviniriz. Bir cins doğal reflekstir, ekrana yansıyan kanlı görüntüleri izlerken içimizi yalayıp buharlaşan ve birkaç saniye içinde yok olan güçlü isyan. Bir kibrit yalımı kadar ateşli, bir o kadar da kısa ve geçici. Birkaç saniye için saçımızı başımızı yolmak gelir içimizden. Hıçkıra hıçkıra ağlamak, ağız dolusu küfretmek, ölmek ya da öldürmek… Sonra kaldığımız yerden devam ederiz yaşamaya…

Bakar körler

İçimizden bazılarının durumu daha vahimdir. Minnacık bir isyan belirtisi göstermeyenler… “Mademki her şey abes, mademki hiç bir şeyi değiştiremiyoruz, küfretmenin ne anlamı var?” diyenler. Üç maymunu oynayanlar. Caniyi, katili, maktulu, mazlumu önemsemeyenler. Soğukkanlılıklarını kayıtsızlıklarına borçlu olanlar. Aslında bu da vahşete, şiddete, zulme karşı bir isyandır güya, sessiz isyan.

Ha sahilde piknik yapan bir aileyi bombalamışsınız, ha kendinizi İsrail tanklarının altına fırlatmışsınız. İnsanları canlı canlı ateşe atsanız da olur, kendinizi cüzzamlıların bakımına adasanız da. Tek başınıza hiçbir şeyi değiştirmeye gücünüz yetmeyecektir. O halde ne şiş yansın ne kebap. Suya sabuna dokunmadan, tribünlerden manzarayı temaşa etmek kafi. Televizyonda kötü haberi okuyan spikerle bir telefon kulübesinde konuşan adam arasında hiçbir fark yoktur. Ne söylediğini duymazlar, mimiklerini görürler sadece. Hoşlarına gitmeyen haberleri, görüntüleri faş edenler pandomim yapıyorlardır.

Hile medeniyeti

El kol bağlamak başkalarının öldürülmesine rıza göstermiş olmak değildir bir kısmına göre, medeni bir reaksiyondur sadece. Medeniyet, şiddeti bir isim altında yasallaştırmıştır ‘hile’. Medeni dünyanın aydınları, siyasileri, entelektüelleri kan deryası içinde, cürümlerini meşru zeminlere oturtabilmek için hilenin her türlüsüne başvururlar. Hile yoluyla en vahşi saldırılarınızı yakışıklı bir gerekçeye bağlamanız ve insanların beyinlerini kiralamanız mümkündür. İsrail öldürüyor çünkü, ….. , Amerika öldürdü ama… diye başlayan ve devam eden cümleler vahşetin sonuçlarını insan şuurunda ikinci, üçüncü plana iter ve zamanla hafızadan alıp götürür. Geriye ‘neden’ kalır, cinayet ya da mağdur değil…

Basınımız da toplumsal tepkilerimizin çeşitliliği nispetinde parçalara bölündü. Bağırıp çağıranlar, kırıp dökenler, surat asanlar, gülüp oynayanlar…

Gerçek şu ki, bu cağda illegal savaş ilim gibi evrenselleşti. Herhangi bir gerekçeleri varsa işgal kuvvetlerinin, işledikleri her cinayet meşrudur. Çığlık gibi yalın bir mefhumken, yargılanıyorken, tüm dünyayı yargılayabilecek düzeyde güçlü bir itibara kavuştu, kavuşturuldu şeytan. ‘Bu nasıl bir rezalettir?’ diye sorma hürriyetimiz bile yok. Evet, böyle bir hürriyete dahi sahip olduğumuzdan şüpheliyim. Tek hürriyetimiz var, çaresizliğimizden yakınmak.

Nasıl bir çaresizlik?

Biz bu müphem çaresizlikle daha önce de karsılaşmıştık. Bir karikatür yüzünden dünyayı yerinden oynatan İslam dünyası, çoluk çocuk katledilirken ansızın meçhul güçler tarafından(!) bir buz dağına kalb edildi ve çaresiz bırakıldı. Bir buz dağı ne yapabilir ki? Veyl onu buz dağına çevirenlere! Mazeret varsa suç kabul edilebilir. Tutku yüzünden işlenen cinayetlerle, mantığa dayanan cinayetler birbirinden ayrılır. Ceza kanunu bu farka “taammüden” der. Taammüt, yani düşünerek islediğiniz bir cinayetten yırtabilirsiniz. Bir sebep üretirsiniz ve o sebep üzerinden işlediğiniz vahşeti savunursunuz. Bir cinayeti düşünmeden işlediyseniz vay halinize! Şöyle bir diyalog düşünebiliyor musunuz?

—Mazeretim var hocam!
—Nedir?
—Beni buz dağı yaptılar.
—Haaa şimdi anladım? Hıı? Nasıl yani?

Ya da şöyle:

—Mazeretim var sayın hâkim?
—Nedir?
—Ben bu cinayeti düşünerek işledim.
—!!?

Geçelim,

Mazeretiniz ne?

İslam dünyasının mazereti nedir? Böyle bir drama seyirci kalan, hatta seyirci bile kalmayan, adeta göz kapayan, kulak tıkayan basının mazereti nedir? Bu sorulara bin türlü cevap alabileceğimden öyle eminim ki, sayfaları bu eften püften mazeretlerle doldurarak kafanızı ütülemek istemediğim için burada kesiyorum.

Yeni şeyler söylemek isterdim

Evet, sizlere yeni bir şeyler söylemeyi arzulardım ama güneş altında değişen hiçbir şey yok. Çocuklar öldürülüyor, anneler ağlıyor, babalar hapislerde çürüyor demek istemedim, bunlar yeni şeyler değil. Siz bunları biliyorsunuz zaten. Susmak da istemedim, yukarıda zikrettiğim zevat gibi. Susmak daha çok acı verecekti. Bir değişiklik yapmak istedim. Bir şey yapmış olmanın vicdani huzurunu yaşamak istedim ve size bir şeyler katabilmiş olmanın umuduyla avunmak… Mikrofonu bir Yahudi gazeteciye uzattım. Haaretz gazetesi yazarlarından Gideon Levy’nin, 18.6.06 tarihli yazısını hala güncelliğini koruduğu için çevirdim. İşte bir Yahudi’nin penceresinden Yahudi katliamları…

Artık Soru Sorulmuyor

Gideon Levy

Soru sormaya son verdik. Görevi sormak olan basın, soru sormaz oldu. İsrail Parlamentosu (Knesset) soru sormuyor. Başsavcı soru sormuyor, yüksek mahkeme sormuyor. Öğretmen, doktor, öğrenci ve entelektüel sormuyor. Sorumlu ordu, savunma teşkilatı sormuyor, katiyen sormuyor. Bir toplumun soru sormaması kadar, içtimai bir hastalığın semptomu sayılabilecek başka bir vakıa yoktur.

Geride bıraktığımız, ondört masum insanın öldürüldüğü kanlı haftada bile soru soran olmadı; sorulmuş olsa bile, doğru sorular sorulmadı. Çok kısık bir ses tonuyla, niçin Gazze’nin ortasında bir arabanın bombalandığı ve arabanın çevresine toplanan masum sivilleri vurmak için, neden ikinci bir bomba ikmaline gerek duyulduğu soruldu. Ama hiç kimse, şehrin tam göbeğine atılan bir roketle, kendini başka bir şehrin ortasında, havaya uçuran intihar komandosu arasındaki farkı sormadı. Ghalia ailesini sahilde kimin öldürdüğünü ve İsrail’in Kassam roketlerini ne yapacağını sordular ama çok az insan İsrail`in asla yapmaması gereken bir şeyi sorguladı, yani – Tanrı korusun- bombalarla yüklü otomobilin kalabalık bir caddede patlaması ihtimalinde İsrail’in ne yapacağını… Ve tabii ki hiç kimse, Hava Kuvvetleri Komutanı’na ya da Genelkurmay Başkanı’na, işlenen bu savaş suçunun sorumluluğunu alıp alamayacaklarını sormayı akıl etmedi.

Ve hiç kimse vahşet politikasını, bu politikanın meşruiyetini ve etiğini; dahası, bir etki ve duyarlılık yaratıp yaratmadığı konusunda bir süreden beri burada dolaşıp duran tartışmaları sormadı. İşlenen cinayetlere karşılık kan dökmenin ne dereceye kadar bir tepki sayılabileceği konusunda bir muhasebe yaptılar mı? Kimin yeniden terör estirmeye başladığını sordular ve koro halinde cevapladılar: Filistinliler. Onlar önce ateş açtılar. Ama hiç kimse niçin ateş ettiklerini sormadı. Ateş etmek için mi, yoksa Kassam roketlerini fırlatmak için mi gelmişlerdi dünyaya?

Bundan keyif mi alıyorlar? Sebepleri nedir? Savaşta yeni bir dönem mi -Kassam roketleri dönemi- başladı? Yoksa yaşadıkları insanlık dışı şartlar, İsrail’in Filistin resmi makamlarına uyguladığı boykot ve tahammülü güç muhasara dönemi mi? Biz onları Gazze şeridine hapsettik ve tüm dış yardımları engelledik; bizim boyunduruğumuzdan kurtulabilmek için ateş ediyorlar. Bu bir özgürlük savaşı değil mi? Bir kez olsun ‘neden’ diye sormuyoruz? Sadece, “onlar başlattı” iddiasıyla iktifa ediyoruz.

Peki, İsrail neden Mahmud Abbas’ın uzanan elini geri itti? Neyse ki, Abbas’ın barış arayışı içinde olduğunu kabul edebildi… Ve neden Hamas’tan yükselen yeni sesi duymadık? Başbakan, meslektaşı İsmail Haniyeh’le seçimlerden sonra bir görüşme talebinde bulunsaydı ne olurdu? Bu girişim İsrail’e Kassam roketleri ve müstakbel terör hareketlerinden daha mı büyük bir tehlike getirirdi? Bizim tarafımızdan ekilen ölümler, İsrail’i yüreklendireceği düşünülen, mahkûmlarla ilgili belgeleri de toprağa gömdü. İsrail’in cinayetleri ve gelişigüzel bombardımanları, Abbas’ın, sonuçları barış için belki de bir baskı aracı olabilecek bir referanduma gitmesini imkânsız kıldı. Peki, son zamanlarda, söz verdiğimiz halde niçin emniyetli geçitleri açmadığımızı ya da Marwan Barghouti’den başlayarak mahkûmların neden serbest bırakılmadığını soran oldu mu?

Başbakan Ehud Olmert, dünya başkentlerine yaptığı yolculuklardan, şahsi gurur ve memnuniyetine rağmen eli boş döndü. Olmert’in, Uzlaşma Planı’nın barış çalışmalarını ileri götüreceği ve işgali sona erdireceğine ilişkin iddiasına da yalnızca İsrail’de inanılıyor. Washington’dan Ramallah’a kadar tüm dünyanın muhalefet ettiği bir istikamete neden sürüklendiğimizi kimse sormuyor. Bütün dünyaya ve bize İsrail’in bir yıl içinde görüşmelere başlayacağı söyleniyor, -kahretsin- kimse hala görüşmeler için neden adım atılmadığını sormuyor.

İsrail bekliyor, yavaş ve kayıtsız… Filistin’den gelecek güzel haberlere dair minnacık bir umut, vahşi askeri operasyonlarla alt üst ediliyor. Doğal olarak anonim kalmak isteyen üst rütbeli bir askeri subayın itiraf ettiği gibi, biz Hamas’ı şiddetin şeytan çemberine doğru tekmelemek için varız. Gazze şeridinde bir Başbakan, İsrail’le 1967 öncesi sınır anlaşması çerçevesinde mutabakat istediğini söylüyor ki, bu onun açısından çok cömertçe sarf edilmiş bir ifadedir, İsrail onu ölüm tehdidiyle cevaplıyor. Ramallah’ta şu an gelmiş geçmiş Filistin liderlerinin en ılımlısı görevde ama İsrail neredeyse varlığını bile görmezlikten geliyor. Dört yıl önce Arap dünyası çok cesur bir karar aldı: Arap Planı. Bu konuda ciddi bir münazarada bile bulunulmadı.

Soru sormayan bir İsrail etik olarak çökmeye mahkûmdur. Afrikalı mülteciler zindanlarda çürüyor, bir hava hattını sadece Yahudi uçak yolcuları arzuluyor ve varoşlarımızda bir millet, gittikçe kabalaşan, zalimleşen İsrail çizmelerine karşı savaşıyor. Hepsinden önemlisi, o berbat soru dalgalanıp duruyor: Cidden barış istiyor muyuz? Gerçekten adil ve sempatik bir ülkede yaşamak istiyor muyuz? Yoksa acı gerçek şu mu: Toprak ve kudret hırsı, bizi soru soramayacak kadar kör ve sağır yaptı…?

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir