Kezban nine “kınalı kuzularım” diye sevdiği minikleri mini minnacık ve huzur dolu odasına çağırdı. Yer minderlerinden en büyük olanını kendi altına aldı ve yumurcakları el kol yardımıyla ötesine berisine dağıttı.
“Yusuf sen şöyle yaklaş yamacıma, Emine’m sen de şöyle berime otur kızım, Ibrahim sen karşıma geç haaa şööle, Ayşenur, Bülent sizler de şööle geçin gıdı gıdılarım benim. Aferiiim”
Çocuklar yerlerini aldıktan sonra; iri, ışıl ışıl gözlerini Kezban nineye çevirip, ninenin anlatacaklarına pür dikkat kesildiler.
“Şimdi size anlatacağım hikayeyi dinleyince Bilg dedenin neden yıllardır ağaç yapraklarıyla avunduğunu, Emre Çavuşun niye köyü rahat bırakmadığını, Şahap dedenin huysuzluğunun sebebini iyice belleyeceksiniz. Ama bunlar aramızda kalacak oldumuuu?”
Çocuklar hep bir ağızdan cevap verdiler:
“Tamam Kezban nineeee, sen merak etmeee”
Ve Kezban nine başladı öyküsünü anlatmaya. Ninenin anlattıkları yıllar sonra Emine tarafından hikayeleştirildi. Işte küçük Emine`in hikayesi…
……………………………………………………………………………….
Her akşam düzenli olarak aynı plan uygulamaya konurdu. Işi biten öbürüne uğrar, sonra bir ulakla şahap efendiye haber salınır, hep beraber şen şakrak Rum mahallesindeki aşağı çarşıya, balıkpazarına inerlerdi.
Kepenkleri yarı kapalı loş ve müşterisiz meyhaneleri, boş dükkanları, sessiz, uykulu evleriyle gündüzleri hareketsiz, şamatasız duran bu sokak, akşama doğru, meydana balık sergileri kurulduktan, istiridye işportaları dizildikten sonra yerli, yabancı eşraf;kadın erkek, çoluk çocuk ve uğultu ile dolar; satıcı çığırtkanların, kavgacı pazarlıklara girişmeden tek kuruş ödemeyen inatçı alıcıların ve bunların arasında koşturup ciklet satan yalın ayak Rum çocuklarının kulakları çınlatan yaygaraları ile gürültülü bir panayır halini alırdı.
Deniz kıyısında balık kızartan bakkalların mangallarından yükselen zeytınyağı ve deniz kokularına karışmış iştah açıcı tütsü, kasabanın hemen her tarafından gelen elleri sepetli, sırtları zembilli, iş yorgunu ve aç insanları bir mıknatıs gibi içeri çekerdi.
Emre Çavuş, tombul, yuvarlak, herkesle senli benli bu kasabanın henüz çiçeği burnunda, ama zamanla demirbaşı olacak çavuşu, balıkların serildiği, tavaların cızırdadığı, durgun ve kirli denizin keskin kokusuna karışmış işpirtolu bir havanın genzi sızlattığı bu sokaktan, yutkunmadan,”Oh, ne güzel, mis gibi!” demeden geçemezdi.
Sokağın bu cezbedici havası akşama doğru karınları iyice acıkan bu üç kafadarı içine çeker geç saatlere kadar bırakmazdı. Onlar koyu bir sohbet eşliğinde, bakına bakına yürürken meyhaneler gitgide doluyor, denize doğru uzatılmış yıkık taracalara, çürük iskelelere, tuzlu balık depolarına kadar her yer, her köşe cıvıl cıvıl insanlarla kalabalıklaşmaya başlıyordu. Tokuşan bilardo toplarının önce kuru, sonra gırıltılı sesleri kadeh şakırtılarıyla kol kola girip sokağın uğultusuna tiz yankılar bırakarak; deniz, balık, odun kömürü kokulu havaya karışıp yok oluyorlardı.
Şahap efendi vaktin erken olduğunu söyleyerek şöyle, deniz kıyısı biraz dolaşmayı teklif etti arkadaşlarına. “Hayhay” dediler. Içlerinde, bu gezinti fikrinden en çok memnun kalan Bilg efendiydi. Zira, biraz ileride, denizin dalgalarını, gürültüsüz patırsızız kıyılarına vurduğu, insansız, hülyalı sahil kenarlarında birbirlerinin kollarına girmiş, saçları kurdelalı, omuzları ipek atkılı, genç, diri Rum kızları yavaş sesle şarkılar mırıldanarak aşağı yukarı dolaşırlar, onları görünce önce tatlı tebessümler gönderip göz süzerler, sonra aralarında fısıldaşıp kahkahalar atarak hızla uzaklaşırlardı.
Bu havası, suyu ve yemekleriyle insanın yaşama sevincini ikiye, üçe katlayan memlekette üç kafadarın tek dertleri kadınsızlıktı. Istanbul`un külhanbeyli alemlerinde uzun süre düşüp kalktıktan sonra şimdi, Anadolu`nun ucra illerinde dolanan;gümüş bastonu, bal renkli pardesüsü, pembe kravatındaki zümrüt iğnesiyle her zaman şık ve bakımlı bir adam olan Bilg efendi bu duruma çok içerler, sık sık “Bu nasıl da yermiş, canına yandığımın, arasıra, şöyle iki arkadaş gidip de biraz içki çalgı arasında alem yapacak, eğlenecek bir kapı yok” diye başladığı yakınmasını, “Geç öyle bir kapıyı, yanıma hizmetçi bulamıyorum.. Ne tutucu şey bunlar, hep kendi aralarında… ” diye noktalardı.
Yürüye yürüye şimdi, büsbütün işsiz, evlerden, ocaklardan uzak tenha bir kumsala ulaşmışlardı. Sıcak, kavurucu ağustos akşamının kızıl, kızgın güneşi uzakta, körfezin ortasında,gitgite kızaran saçlarını göğe, körfeze denize savurarak, hararetini
dindirmek istercesine, geride kızıl, sarı, eflatun alevlerini bırakarak, denizin sularına yavaş yavaş gömülüyordu. Sular bu akşam suskun, çalımsız, sakin bir pelte gibi tek parça, yeni boyanmış kadar yağlı, cilalı öyle durgun ve ölgündi ki nefes bile almıyor, yalnızca güneşin saçlarını göğsünde toplayarak yanıyor, kavruluyordu. Belli ki deniz de, güneşin bu muhteşem raksının sarhoşluğu içinde, maşuğunu kollarının arasına alan aşık olmanın keyfini çıkarıyordu.
Bilg efendi, “Aman yarabbi! Ne kadar güzel bir manzara!” dedi. Emre çavuş sigarasından şişkin, koyu, kocaman bir bulut uçurarak: “Latiff, latiff!” diye arkadaşını tasdikledi. Şahap efendi bu manzaralara alışık bir yerli olmanın kayıtsızlığı ile “Hadi bakalım, vakt-i kerahat, saçmayı bırakın. Dönelim!” diye iki yabancıyı uyardı. Döndüler…
Gün batımındakı renk cümbüşüyle Istanbul özlemleri perçinlenen Bilg Efendi ve Emre Çavuş tarıfsız bir hüzne kapılmış; Boğazici, Kız kulesi hatıralarına dalmışlardı. Şahap Efendi, gitgide yaklaştıkları meyhane masasının keyfiyle şimdi gevezeleniyor, geçtikleri sokakta gurup halinde dolaşan kızları, açık kapılardan içerisi görünen avlularda oturup denizi seyreden kadinlari göstererek: “Nasıl bu tombalak? Fena mı su fıstık?” gibi sözlerle arkadaşlarını canlandırmaya çalışıyordu.
Birden Bilg Efendi, kızları kollamaktan önüne bakmayan arkadaşının koluna bir dirsek vurdu. “Bak işte, sana göstermek istediğim kız buydu… Nihayet gösterebildim. Kim bu Şahap?” diye sordu. Karşıdan ince, uzun boylu bir afet-i devran geliyordu. Bal renginde tatlı saçlarını siyah, iri, enli bir kordela ile toplamış, buklelerini gerdanına salmıştı. Dar fistanının meydana çıkardığı iri kalçalarını beğenildiğini bilen, emin bir edayla biraz fazla oynatarak yanlarından kayıtsızca süzüldü geçti. Boynunda zarif, ince bir zincire takılı minik gümüş bir haç güneşin son ışık süzmelerinin etkisiyle bir mercan gibi ışıldıyordu.
Şahap Efendi bir an duraladı, şaşırdı ama çabuk toparlandı. “Bu Makariyos`un kızı Despina, mahallede ona Pandispanya derler. Bu lakabı ona halk, yumurta sarısı renginde saçlarıyle yumuşak, gevrek vucudundan esinlenerek vermiş olmalı… Makariyos mahallenin zenginlerindendir. Kasabanın en tenha, en gözden ırak mecrasında, denizle koyun koyuna bir evi vardır. Her cumartesi el ayak çekildikten sonra bizim köyden pazara gelen kız arkadaşları ile birlikte evlerinin önünde denize girerler. Bir curcunadır ki sorma. Şimdi kızları karşılamaya gidiyor olmalı…”
“Yani şu Akşamazarlı kızlar mı?” diye sordu Emre Çavuş. “Evet” dedi Şahap Efendi. “Şu tantanayı bir köşeden izlemek isterdim” derken, imalı imalı gülümsedi Bilg Efendi. Hep birlikte gülüştüler.
Şimdi tekrar Balıkpazarı`na girmişlerdi. Mangallardan yükselen nefis kokular, tek tük yanmaya başlayan lambaların aydınlığı içinde daha koyu, daha keyifli yayılıyor, meyhanelerin içleri; parıldayan kadehleri, rengarenk donanmış masaları, bira reklamları ile süslenen duvarları ile daha canlı, daha çekici görünüyordu.
Denizin adeta içinde çalkalandığı geniş taracasından dolayı, bunların arasında en çok ziyaret edilen olanı Barba`nın gazinosuydu. Önde ağır başlı, efendi adımlarla Emre çavuş, arkasında dik ve mağrur yürüyüşüyle Bilg Efendi, en geride deli dolu, kuru ve kavruk Şahap Efendi, içeri girdiler; halkın selamları, garsonun telaşı arasında bilardo kısmı geçip dışarıya, taracaya çıktılar…
Güneş terkettikten sonra lambası kısık bir abajur gibi solgunlaşmıştı ufuk. Yalnızca bu parçasında ince, uzun, karışık bazı damarlar içten içe yanıyor, bir sedef gibi parlıyordu. Kendisine yansıdığı kadarıyla denizin taraçaya taşıdığı son pırıltılar arasında; içen, eğlenen, gülen ve söyleşen halkın arasına karışıp, bir köşeye oturdular. Ta uzaklarda laterna zili ve def eşliğinde bir müzik çalkalanmaktaydı.
Birbiri üzerine üç kadeh attı Bilg Efendi. Samatya meyhaneleri üzerine iştahlı, ayrıntılı hikayeler anlatıyor, bir gece kendilerini kapı dışarı eden bir meyhaneciden intikam almak için sandalla nasıl yanaşıp gizlice içeri sızdıklarını ve sabaha kadar bira fıçılarını nasıl boşalttıklarını ballandıra ballandıra arkadaşlarına naklediyordu. Çevredeki masalarda oturanlar da zaten aynı gürültü, iştah ve hararetle sohbet ediyorlardı.
Insanın her türlü tutkusunu kamçılayan, açlığını kabartan engin deniz, bu yoksul halkın ayakları altında; taraçanın direkleriyle oynaşıp, duvarlarına sürtünüyor, fırlatılan artıkları, süprüntüleri kaparak mutlu ve memnun mırıldanıyor, yaltaklanıyordu.
O kadar çok içmişlerdi ki, artık kelimeleri telafuz edemiyor, uzata, yaya, dilleri ağızlarında büyüyerek konuşuyorlardı. Birkaç saat önceki gürültülü mekanda, birkaç ölgün fenerle dört beş gecikmiş sarhoştan başka ışık, ses, hayat kalmamıştı… Iri lambalar çoktan söndürülmüş, meyhane loş bir karanlığa gömülmüştü. Terkedilmiş masaları, birbiri üzerine yığılmış iskemleleri ve çevresinde fışırdayan denizi ile taraça, şimdi sahile vurmuş bir gemi enkazını andırıyordu.
Bir idare lambasını tezgahın üzerine yerleştirerek ödenen paranın hesabını yapan meyhaneci ile vedalaşarak ayrıldılar. Emre çavuş, “Amma çok içmişşiss bre!” dedi. Bilg Efendi sıcaktan şikayetlendi. Şahap Efendi mezelerin karnını ne kadar doyurduğundan, hiç açlık hissetmediğinden sözetti. Bilg Efendi, evlerin de sıcak olabileceği ihtimalini hatırlatarak şöyle, sahil boyu, biraz hava almayı teklif etti. Şahap Efendi “Buruna kadar yürüyelim” dedi…
Gündüz çakır keyif geçtikleri yollardan şimdi bitkin, keyifsız; adımları birbirine dolandığından, birbirlerine dayanıp bir sağa bir sola yalpalayarak yürüyorlardı. Her taraf sustuğu için sokaklara, kıyıdaki denizin hışırtısı daha bir gür dağılıyordu. Kumsala alabildiğince yaklaşmışlardı.
Birden üç kafadar gevrek bir kadın kahkahası, Rumca birkaç cümle, sularda bir çırpınış işittiler. Ne oluyor daha anlamadan Bilg Efendi, arkadaşının akşam ifşa ettiği sırrı alkolün zaptedemediği parlak zekasının yardımıyla hemen hatırladı. Muzip muzip gülümseyerek: “Pandispanya yıkanıyor” dedi.
Orada, denize bir iskele gibi sokulmuş yıkık bir ev vardı ki iri gölgesiyle önündeki suları büsbütün karartmıştı. Yıldızların karıştığı denizin engini ve sessiz sahiller ışıldıyor, seçiliyordu. Fakat orası bir kuyu gibi karanlık ve sanki her yerden daha derin, sanki bir uçurumdu.
Emre Çavuş: “Birşey görünmüyor” diyordu. Evet birşey görünmüyordu; yalnız suların çırpınışı, kısık, kesik kahkahalar, bir cıvıltı bu karanlık yerde neşeli birşeyler geçtiğini anlatıyordu.
Şahap Efendi bir süre öyle, ferma eden bir köpek gibi gözleri sesin geldiği yerde, kımıldamadan, baştan aşağı dikkat kesilerek durdu. Sonra arkadaşlarını kolundan çekerek: “Hele gelin, çabuk!” dedi. Şimdi onları sürüklüyor, kollarından çekiştirerek daha ötelere adeta koşturuyordu. Sonunda akşam üstü günbatışını seyrettikleri sandalın olduğu yere geldiler. Burası Despina`nin yıkandığı yerden yüzelli metre kadar uzaktı; fakat ince kumlu küçük bir koy oluşmuştu, kayık iyi bir siper oluyordu.
Bilg Efendi hiçbir şey söylemeden, açıklamağa gerek görmeden karanlığın içinde eğile kalka, acele acele soyunmaya başlamıştı.
Arkadaşları: “Ne yapıyorsun sen? Çocuk mu oldun ya hu! Şimdi denize mi girilir? Yarın sabah Gümrük kulübesinin önünde hep beraber gireriz” diye engel olmaya çalıştılar.
Bilg Efendi onları duymuyordu bile. Denizden hiçbir zaman korkmamış, gece veya gündüz, soğuk veya sıcak ayrımı yapmadan günün her saati ve her şart dahilinde denizin keyfini firsat buldukça çıkarmıştı. Çocukluğundan beri Samatya`da vaktini okuldan kaçarak denizde geçirdiğini anlatıyordu arkadaşlarına, bir taraftan soyunurken. Ne oyunlar yapmazdı… Suyun altından bir balık gibi uzun süre, nefes almaya gerek duymadan gider, hiç umulmayan bir noktadan suyun üstüne fırlayıverirdi. Istanbullu arkadaşları ona Torpil Bilg derlerdi. Karnını çekip ellerini, bacaklarını oynatmadan denizde saatlerce, bir yatakta gibi rahat, güvenli, zevkli bir yatışı vardı ki seyredenleri şaşkına çevirirdi. Tek kelime ile dalgıçlara meydan okurdu…
Artık çırılçıplak olmuştu. Karanlıkta çıplak vucudu daha belirginleşiyordu. “Bakın şimdi ne yapacağım!” dedi. Ne yapacaktı. Şahap Efendi ve Emre Çavuş şaşkın şaşkın birbirlerine bakındılar. “Amma kaz adamlarsınız!” diye öfkelendi Bilg Efendi. “Bunda anlamayacak ne var! Suyun altından pandispanya`nın yanına yavaşça süzüleceğim ve kalçasına bir çimdik atacağım. Inşallah çığlığını duyunca ne yaptığımı çakarsınız!”
Şahap Efendi gülümsemiş ama, Emre Çavuş bu fikri hiç beğenmemişti. “Bu yaptığın kanunlara aykırıdır. Sarkıntılık kapsamına girer. Üstelik bu kasaba çok muhafazakardır. Seni asla affetmezler”… “Benim kim olduğumu nerden bilecekler Emre Çavuş. Sadece biraz eğleneceğiz.” diye savunuya geçti Bilg Efendi. “Beni ilgilendirmez. Eğer yakalanırsan benden yardım bekleme” dedi Emre Çavuş. Bilg Efendi gülümsedi, arkadaşının omuzuna bir tokat attı ve denize doğru yürümeye başladı.
Ötede, Despina`nin denize girdiği yerde hala sesler, çırpınışlar devam ediyordu. Rıhtımın taşı üzerine konmuş ufacık bir fener, oynayan, çırpınan suda uzayıp yayılan çemberler, aydınlık halkalar yapıyordu…
Bilg efendi sığ sularda yürüyerek biraz gittikten sonra durdu, eğilip kulaklarını ıslattı:
“Istikamet kız, marş marş!” dedi, kendisini sessizce suya bıraktı. Karanlığa alışan gözleriyle arkadaşları suyun üzerinde bir karaltının ilerlediğini gördüler. Sonra denize daldığından veya uzaklaşıp karanlığa karıştığından mı, nedir, artık birşey seçemez oldular.
Oraya, kayığın bordasına dayanıp, patlayacak bir topu bekler gibi dikkatli, açılıp açılıp kapanan ışık halkalarının oynaştığı noktaya bakıyorlardı. Bu Bilg ne yaman bir külhanbeyi, ne atak ne kabına sığmaz bir adamdı; Su çapkınlık nereden de aklına gelmişti; ne tuhaf olacaktı; suyun içinde kıskaç gibi birşey, şöyle yakalayıverince kız kim bilir nasıl haykıracak, nasıl korkacak, rıhtıma nasıl çırpınarak kaçacaktı.
Emre Çavuş`un tedirginliği yerini çoktan merak ve heyecana bırakmıştı. Her ikisi de dudaklarında imrenti ve kıskançlığın neden olduğu tatlı bir gülümseyiş, yüreklerinde derin bir merak, pür dikkat kesilmişlerdi.
Çok geçmeden bekledikleri çığlıkla heyecan içinde yerlerinden zıpladılar. Birbilerine bakıp kahkahayı kopardılar. “Yaşa Bilg!, Helal olsun sana!” diye sloganlar atıyorlar, denize doğru koşuşuyorlardı.
Fakat, o da ne! Despina`nın rumca savurduğu küfürlerin ardı arkası kesilmiyor, üstelik kız hiç de sandıkları gibi rıhtıma doğru kaçmıyordu. Karanlıkta Bilg ve Despina`nın birbirlerine karışan gölgelerinden, Suyun çıkardığı seslerden ve Despina`nın çığlıkları bastırdığı için Bilg`in zor duyulan kısık, anlaşılmayan mırıltılarından iki gölgenin kızgın bir kavgaya tutuştuklarını anlamışlardı. Derken çevreden bu iki gölgeye hızla yaklaşan başka gölgeleri fark ettiler. Diğer kızlar pandispanya`nın feryatlarını duymuş yardıma koşuyorlardı.
“Sen yandın Bilg!” diyerek kafasını iki tarafa salladı Şahap Efendi. Emre Çavuş huzursuzlanmış, bir an önce mekandan sıvışmanın yollarını arar olmuştu: “Ben gidiyorum” dedi. Şahap Efendi: “Adamı çiğ çiğ yer bunlar yahu! Nereye gidiyorsun?” diye arkadaşını engelledi. “Eğer kızlar jandarmayı çağırırlarsa işimden olurum” dedi Emre çavuş. “Emre Çavuş, Bilg`i burada bırakamayız! Yürüüü!” diyerek Emre çavuşun kolundan kavrayıp sürüklemeye başladı Şahap Efendi. Bir iki itiraz ve kem kümden sonra çaresiz razı oldu Emre Çavuş. Onlar bu tarafta birbirleri ile itişip kakışırken, kızlar Bilg`i aralarına almış evirip çeviriyorlar, inim inim inletiyorlardı.
Şahap Efendi ve Emre Çavuş henüz suya dalmış bir iki kulaç atmışlardı ki karşı guruptan kopan birkaç gölgenin kendilerine doğru hızla yaklaştıklarını gördüler. Derhal geriye dönüp rıhtıma doğru yüzmeye başladılar ama kızlar peşlerini bırakmıyorlardı. Beyler rıhtıma kendilerini zor attılar. Ne varki, alkolün etkisiyle bir türlü adımlarını doğru dürüst atamıyor, koşamıyor, adeta sürünüyorlardı. Fazla mücadele veremediler ve olduklari yere yığılıp kaldılar. Kızlar, kim olduklarini bilmedikleri bu sarhoş adamlarin kollarından ve bacaklarından kavrayıp Makariyos`un evinin önünde doğru sürüklemeye başladılar.
Bu arada denizde kalan kızlar Bilg Efendiyi, her tarafını yara bere içinde bırakıp, bir gözünü morartıp, dudağını da patlattıktan sonra rıhtıma taşımış ellerini ve bacaklarını kıskıvrak bağlamışlardı. Şahap Efendi ve Emre Çavuşu da onun yanına fırlatıp, aynı şekilde ellerini ve bacaklarını bir iple bağladılar. Içlerinden iki tanesi jandarmaya haber vermek üzere uzaklaştı. Emre Çavuş Bilg Efendiye öfkeleniyor, Şahap Efendi eyvahlar çekiyor, dövünüyordu…
OLAYDAN SONRA:
Bilg Efendi ve Şahap Efendi ayakta ifadeleri alındıktan sonra salındılar. Emre Çavuş arkadaşına yardım için orada olduğunu söyleyerek işinden olmaktan son anda kurtuldu ancak kızlardan yediği bu dayağı yıllarca hazmedemedi. Aşkamazar`lı kızlardan yediği bu, kendine göre son derece haksız sopa Emre Çavuş`u bir Aşkamazar düşmanı yaptı. Fırsatını buldukca asayişi bahane ederek Aşkamazar`a yönelik operasyonlar düzenledi ve ahaliyi tedirgin etti.
Şahap Efendi elalemin içine çıkacak yüzü olmadığı için evine kapandı. Evde kapalı kaldığı süre zarfında kendıni ev ve bahçe işlerine verdi. Yalnızlık ve yediği dayağın şoku Şahap Efendinin ruh sağlığını ciddi bir biçimde bozdu. Huysuz, tedirgin, şüpheci ve luzumsuz takıntıları ve prensipleri olan, tahammülü zor bir adam oldu.
Bilg Efendi bir kadından bekleyemeyeceği bu cesaret karşısında büyülenmiş, içindeki kıvılcım gün geçtikce filizlenip büyüyerek onu kasıp kavuran bir aşk ateşi halini almıştı. Hiçkimsenin yüzüne bakamıyor ama, Despina`ya olan bu derin askından dolayı da kasabadan ayrılamıyordu. Makariyos`un evinin önünde gizli saklı Despina`yı gözetliyor, onu görebildiği günleri yaşandı sayıyor, göremediği günleri kayıp hanesine yazıyordu. Despina`nın Aşkamazar sağlık ocağına hemşire olarak atandığını duyunca Aşkamazar`da bir kulübe satın aldı ve oraya yerleşti. Hiçkimselere derdini açamayan Bilg bu sırrını sadece köyün çeşmesine ifşa edebiliyor, yalnızca onunla dertleşerek içini ferahlatıyordu. Köyün kadınları su bidonlarını doldurup çeşmenin başından uzaklaşır uzaklaşmaz Bilg çeşmenin kıyısındaki taşa çöküyor, gözlerini çeşmenin yanı başındaki zakkum ağacının çiçeklerine dikiyor ve saatlerce hem anlatıyor, hem ağlıyordu. Zaman geçtikce zakkum ağacını Despina`nın yerine koyarak ayrılık acısını dindirmeye çalıştı Bilg. Zakkumu yerinden söküp yuvasına taşıması mümkün değildi ama, pekala onun yapraklarını yastığının altına koyarak avunabilirdi. Bilg`in bu yaprak sevdası pandispanya`ya olan aşkının bir tezahüründen başka birşey değildi ama, bunu sadece çeşme biliyordu…
Bir de Kezban Nine
İlk Yorumu Siz Yapın