"Enter"a basıp içeriğe geçin

Kezban Nine (Filozof beygir Rope)

“Kızıl kızıl bişesin de kızıl ataşa düşesin! Istanbul`a gideceğine aklının bardağı kırılaydı da senden kurtulaydık!”

Kezban nine gömüldüğü sallanan sandalyesinden doğruldu. Önce elindeki örgü şişlerini, sonra da gözlüklerini çıkarıp sehpanın üzerine koydu ve ellerini dizlerine dayayarak zoraki ayaği kalkti… Dış kapıya doğru yürüdü. Hemen bitişiğinde oturan fitneci Fitnat`in feryadıydı bu. Kocası çerçi Halil köydeki küçücük dükkanı için mal satın almak üzere Istanbul`a gidip haftalarca dönmemiş, Fitneci Fitnat`ın vesveseleri almış başını yürümüştü. Çerçi Halil`i, hem yolda, hem şehirde azık olur diye içini kuru dut, cevizli sucuk, bastık, erik pestili doldurduğu heybeyle Istanbul`a uğurlayan Fitnat, geri dönüşünde kocasını kapıda beddualarla, hakaretlerle karşılamış, çok geçmeden tartışma kavgaya dönüşmüş ve sokağa taşmıştı…

“Hele şu kancığa bak! Ayağına mıh batasıca! Yiğidine garaz bağlamış. Ben nideyim? Yeldim yeldim yol verdim, emeklerimi sele verdim. Dünyadır bu. Başımıza geldi işte bir kelli. Malımı it yediği yetmez gibi şimdi de bağrımı bit yer!”

Köy ahalisinin kolundan, omuzundan çekiştirerek, sakinleştirmeye çalıştığı çerçi Halil ile, köy kadınlarının zor zapdettiği fitneci Fitnat, ağız dalaşına girmişlerdi…

“Çerçi Haliiiill! Sakalın teneşirde sabunlana. Gün yüzü görmeyesin. Yetiişiiiin dostlar! yemedim yedirdim, giymedim giydirdim.. Gidip Istanbul yosmalarına yedirdi!”

Fitnat ara ara fenalıklar geçirip yerlere seriliyor, ansızın dirilerek ağzına geleni savuruyor, sonra yeniden köylü kadınların kollarına kendini atıyordu. Köyün erkekleri çerçi Halil`i kavgaya son verip köyün kahvesine götürmeye ikna etmişlerdi. Köylü kadınlar da Fitnat`ın koluna girip teskin edici sözler, nasihat ve tavsiyeler eşliğinde evine doğru sürüklemeye başlamışlardı. Kezban Nine evinin önünde olanları uzaktan izlemeyi tercih etmiş, kafasını sallayarak salavatlar getirmekle yetinmişti.

Garip olaylar oluyordu bugünlerde köyde. Hiç alışık olmadığı tarzda, bütün köyün huzurunda bir karı koca kavgasına ilk defa şahit oluyordu. Daha geçen gece köyün çeşmesi durup dururken kimliği meçhul şahıslar tarafından sökülmüş ve dahası köyü su basmıştı. Üstelik herkes, musluğu sökülen çeşmeden akan suların köyü bastığına yürekten inanıyordu. Birgün önceki fırtınanın buna neden olabileceği ihtimali kimsenin aklından geçmiyordu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi; ren geyikleri, cadılar ve periler ekseninde dönüp duran garip hikayeler ahalinin dilinde sakız olmuştu… Onlara göre çeşmenin musluğunu da ren geyikleri kırmıştı zaten.

Odasına, sallanan sandalyesine geri döndü Kezban nine. Gözlüklerini burnunun ucuna yerleştirdi ve örgü şişlerini eline aldı. Elli yil öncesine döndü. “Ne günlerdi” diye iç geçirdi…

Babası Hacı, hicaza gitmiş, hacı olmuş, gözü açık, becerikli bir adamdı. Mal müdürü, Vergi katibi, Evkaf memuru gibi her zaman işinin düşeceği sözü geçen adamlarla senlibenli konuşan, odalarına uğradıkça baş köşede ikram gören biriydi. Çünkü haftada bir, kasabanın pazarında bunlardan her birisinin kapısını çalar, içeriye ‘fırını iyi olur, afiyetle yiyiniz!” diye bir yağlı oğlak, yahut ‘küçük paşamızı eğlendirsin, maskara şeydir!’ diyerek kuyruğu kara, vucudu ak bir kuzu bırakır, giderdi.

Bakracını doldurup kasabaya indiğini gören köylüler: “Hacı bir taş götürür, bir tulum getirir!” derlerdi. Doğrusu da öyleydi… Uğrayıp içeriye canlı cansız her tarafta bir hediye bıraktığı kapıların koruması ile tarlalarını başkalarının zararına genişletmiş, su vakfına mütevelli olmuş, eski vergi borçlarını kapatmıştı. Kezban`ların eve tahsildar sokulamaz, jandarma uğrayamazdı. Herkes, sevmeyenler, çekemeyenler bile babasından saygıyla söz ederler, “Hacı ağa” derlerdi.

Toprak damlı, kavruk yüzlü yıkık köyün ortasında kırmızı kiremitli, çam tahtalı, yeni yapı evleri; değirmenlerin hakkından çalınıp; yaz, kış, gürül gürül akan suların verimliliği ile fışkırmış gür ağaçlarla dolu bir bahçeyle çevrilmişti. Evlerinin önünde bir tarafı bütünüyle açık; boylu boyunca koca bir sundurma yaptırmıştı babası. Burası yaz gecelerinde yıldızların ışığı, böceklerin sesiyle dolduğu zaman muhteşem olurdu.

Hacı babası ömrünü orada geçirirdi. Kasabanın, evi basıla, taşlana dillenmiş en namlı hatununu, zilli Fadime`yi bir gece  alıp köye getirmişti. Zavallı anası, beşik, ocak başında, gübreler içinde, öküzler, mandalar arasında evin kaba işlerini görürken zilli Fadime Hacı`nın dizlerinin dibinde kötürüm olmuş kedi gibi esniye uyuya tembel tembel vakit geçirir, başında altın dizili, inci işlemeli fesi, ayağında servi, karanfil resimli çorapları, sırtında bir yolu sarı, bir yolu pembe kumaş fistanı ile sultanlar gibi yaşardı. Bu ahvale ne karısı, ne Kezban, ne de erkek kardeşi Osman ses çıkarabiliyordu.

O yıl da, bu yıl gibi garip olayların yaşandığı bir yıldı. Köyü bilinmeyen sebeplerden su basmış, Cin peri hikayeleri ağızdan ağıza dolaşır olmuş, sarı kız o sene güze doğru buzağılamış ve bütün köy ahalisinin diline düşmüştü. Babası Hacı ağa, vakitli vakitsiz öttüğü ve bütün köyü bunalttığı için kestiği çilli horoz Rope`nin adını, zamansız doğmasından ilham alarak bu buzağıya vermişti. Buzağı Rope, Kezban`ın ve anası Zeynep kadının gayretleri ile kısa zamanda büyümüş, zamanla; kuru kafalı, kocaman boynuzlu, kemiklerı çıkık, kart olduğu uzaktan belli bir öküz olmuştu.

Işe koşulduğunun üçüncü günü koca öküz Rope`yi ahırda çalışmaya isteksiz bir yatışla yan gelmiş, geviş getirir bulmuşlardı. Yanaşma dürtmüş, vurmuş, tekmelemiş ama, yerinden bir türlü kıpırdatamamıştı. Babasına haber salmışlardı. Hemen boynuzlarına geçirdikleri bir kalın ipi, var güçleri ile çekmeye, bir taraftan da küreğin keskin tarafıyla vurmaya başlamışlardı. Rope, etrafındaki bu gürültüye, ipe, küreğe; kuvvete, acıya karşı kayıtsız, aynı yatış pozisyonunu, aynı ağır başlılığıyla koruyor, hiç istifini bozmuyordu… Gözlerinde ne şaşkınlık, ne hiddet vardı. Arada bir, kısa bir, “mööö” leyerek çevresindeki öfkeli kalabalığa keyifsiz ve isteksiz mukabele ediyor ve yeniden kafasını önündeki yulafa gömüyordu. Yanaşma ikide bir de:
“Acaba marazlandımı ki?…” diye söyleniyordu. Babası kızmıştı: “Kahpenin eniği, başka laf bilmez misin? Ne marazlanacak ki… Önündeki yulafı, samanı bitirekoymuş, dırlanacağına çal küreği!“ diye bağırmıştı…

Sonunda başa çıkamamışlar, öğleye doğru yanaşmayı gönderip getirtmek kararını alıp, diğer öküzleri önlerine katmış ve yeni doğan güneşin keyifli aydınlığı içinde isteksiz, neşesiz bir yürüyüşle, tarlanın yolunu tutmuşlardı.

Öğleye doğru Rope`yi kontrol etmek üzere yanaşmayı eve gönderip, baba oğul tarlada kaldılar.

Ahıra girmeden evvel gözlerini kapının budak deliklerine dayayıp içeriyi kolaçan eden yanaşma “anaa!” diye gürledi. Önündeki yulafı bitiren öküz Rope, yerinden kalkmış, ahırın öbür bölmelerine geçmiş, diğer davarlardan kalan artıkları temizliyordu. Yanaşma önce korktu, sonra yutkundu ve bütün cesaretini toplayarak mandalı hafifçe yukarı kaldırdı lakin, kanadın gıcırdamasını engelleyemedi. Rope gıcırtıyı duyar duymaz jet hızıyla yerine dönerek olduğu yere yığılıp kaldı. “Öküz oğlu öküzzz!” diye söylene söylene nalların asıldığı tezgahdan en sivri uçlu çiviyi kapan yanaşma, bununla hayvanın boş böğrünü kakıştırmaya başladı ama, nafile… Rope hiç oralı bile olmuyordu. Hıncını alamayan yanaşma, çizmelerinin ökçeleriyle tekmeledi, sırtını yumrukladı, kuyruğunu kıstırdı, kulağını ısırdı…. Ama hiçbiri, hiçbirşey Rope`yi yerinden kımıldatamıyordu. En sonunda çareyi Zeynep kadın, zilli Fadime ve Kezban`ı çağırmakta buldu. Dördü dört taraftan hayvana yapmadıkları eziyeti birakmadılar. Rope ise başını, ahırın duvarla tavanın kesiştiği yerine kondurulmuş kırık camlı dar penceresinden içeri süzülen ışık hüzmesinin derinliğine çevirmiş, uzak uzak bakıyor, derin derin düşünüyordu.

Hacı ile oğlu Osman, yorgunluğun ve öğlen sıcağının rehavetiyle tarlanın bir ucundaki cılız ahatın doğuya doğru uzanan gölgesine sığınmış, gövdesine sırtlarını vermiş, yanaşmanın yolunu gözlüyorlardı.

Birden, ovanın ta ucunda, gökle yolun birleştiği yerde bir karanlık gördüler. Osman yerinden fırladı:
“Aha Ali geliyor”… Gözleri Rope`yi aradı. Rope yoktu. Yanaşma Ali yalnız gelmişti. Yanaşmanın söylemesine mahal bırakmadan Hacı atıldı: “Öldümü?”… Ali kafasını salladı ve olanları anlatmaya başladı. Hacı bağırıyor, ömründe böyle birşeye çatmadığını tekrarlayıp duruyordu. Çilli yüzlü, dudaklarının etrafı sürekli tükrüklü oğlu Osman`ın yüzü kederleniyor, başını önüne eğiyor ve susuyordu.

Tarladaki son işlerini de bitirdikten sonra toparlanıp evin yolunu tuttular. Yolu yarılamışlardı ki Hacı, eliyle sol bacağını kavrayarak “Yine meretin sancısı tuttu” diye inledi. Yolun kenarındaki bir kereste yığının üzerine zor attı kendini… Zilli Fadime eve geleli iyice çökmüştü Hacı ağa. Ara sıra sol dizine bir ağrı giriyor, Hacı`yı bazen haftalarca yatağa çiviliyordu… Ev ahalisinin zoru ve ikramda bulunduğu itibarli zevatin yardımlarıyla kendisini muayene eden doktorun “Bu tempoyla gidersen ahirete göçün yakındır” teşhisi Hacı`nın bir kulağından girip ötekinden çıkıyordu. “Sağolasın Tohtor beg, ellerin dert görmesin. Allah razı olsun” dualarıyla aldığı reçeteyi sarığının kenarına sıkıştırıyor ve orada unutuyordu… Hacı`ya göre gavur ilacından şifa beklenemezdi. O, afyon kantarının köşesindeki aktar Buhara`lı Bekir Efendiye uğrar, onun küçük mermer havanda dövüp yaptığı amber kokulu, ballı baharatlı haplardan kutu kutu alır ve bu hapların etkisiyle gece boyu yatağında bir o tarafa bir bu tarafa kıvranır durur, Zilli Fadime`den yediği “Kudurdunmu Hacı? Ne gülük gibi tepreşiyon?” azarıyla kendini zor zapteder, daha da olmasa yatağından fırlayıp sabaha kadar oturma odasındaki sedirde inlemeye devam ederdi…

Bir süre sancının geçmesini beklediler. Yanaşma, yoldan geçen at arabalarından birine atlamayı teklif etti. Hacı kafasıyla “hayır” işareti yaptı. Hiçkimsenin yaptığı iyiliğin altında kalamazdı. “Şimdi geçer” dedi. Biraz sonra “Ya Allah!” seslenişiyle yerinden zorla, oğluna abanarak kalktı. Yeniden yola revan oldular…

Akşam dönüşü öküzü sabahki yerinde, aynı yatar vaziyette buldular. Hacı önce ağız dolusu küfretti, sonra bütün gücüyle hayvanın sırtına bir tekme indirdi. “Bundan sonra buna yulaf yok!” diye gürledi. “Belki aç kalınca gımıldar” diye ekledi. Ama bunun da hiçbir faydası olmadı. Bütün geceyi aç geçiren hayvan ertesi sabah aynı inadı yürütmüş, Hacı ve taifesini tarlaya yine yedeksiz göndermişti.

Yol boyu giderken, “Satmak lazım bunu” diye düşündü Hacı. Ama ahırdan çıkmayan hayvanı kim alırdı? Kasaba kestirmek için bile kasabaya kadar yürütmesi gerekti. Belki daha fazla besi lazımdı hayvana. Belki o zaman canlanır kalkardı. Sonunda buna karar verdi. O akşam önüne yarım sinik yulaf; iki kalbur dolusu saman döktü. Lakin, Rope`nin önüne koca ambarı dökse bir saatte hepsini tüketiyor, doymak bilmiyordu. Hacı arasıra ahıra uğradıkca gördüğü manzara karşısında çığrından çıkıyor, yarı karanlık içinde gözlerinden şimşekler çaktırarak “Ambarımı kül edecek, nasıl deflesek!” diye haykırıyordu.

Sonunda bir sabah erken kalkıp kasabaya indi. Satır Rıza lakaplı, biraz sersem ama, kasabanın en eski, en namlı kasabında nefesi aldı. Satır Rıza, Hacı`yı güler yüzle karşıladı, çay ikram etti. Rıza, Hacı`nın damadı Durmuş`un askerden arkadaşıydı aynı zamanda. “Durmuş`tan haber var mı Hacı?” diye sordu. Hacı`nın yarası deşilmişti. Derin bir nefes aldı ve kısık bir “yok” cevabının eşliğinde bıraktı. “Peki Kezban neyler?” diye devam etti. “Hala Durmuş`unu bekler” dedi Hacı. “Evini bırakmadı. Ev bize yakın olduğu için elleşmedim. Zaten gün boyu bizde. Gece de yanına Osman`ı gönderiveriyom” dedi. Yüzü kederlenmiş, gözleri buğulanmıştı. Boşalan bardağını tezgahın üstüne koyarken “Ben sana bir iş için geldim Rıza” dedi. “Buyur” dedi satır Rıza. “Bizim Rope`yi bilin. Hani şu sarı kızın güze doğru doğurduğu öküzüm”. “He biliyom” diye başıyla tasdikledı Rıza. “Tembelleşti, çalışmıyo… Kestirecem. Sana dört mecidiyeye satarım”… Uzun bir pazarlıktan sonra Hacı iki mecidiye eksiğine razı oldu. Yalnız şartları vardı. Kendisi, yanaşma ve Osman tarladan ayrılamadıklarından Rıza kendisi gelip ahırdan götürecekti. “Sana ahırda öküzü sattım. Ötesine karışmam” diyerek işini garantiye almayı ihmal etmedi. Kasap kabullendi. Hacı paraları sayıp alelacele dükkandan ayrıldı. Köye doğru sevinç içinde uçuyordu. Içinden, “Neme gerek, ister sırtına yüklesin indirsin, ister oracıkta kessin.. Ben karışmam” diye geçiriyordu.

Ertesi gün satır Rıza elinde bir arşın çürük iple köyde görününce Hacı, “Ülen nidecen ipi, öküz yerinden kalkmıyor” diye ağzından bir laf kaçırdı ama, bereket kasap sersemdi… Hacının sözlerini şakaya alıp üstünde durmayan kasap,ahıra daldı. Öküz yerinde yatmış, dalgın, bezgin geviş getiriyordu. Kalkmaya hiç niyetli görünmüyordu. Kafasını çevirip gelenlere bakmamıştı bile. Rıza hayvanı süzdü…”Hele Hacı`nın ettiği işe bak, bunun neresi yenir Hacı? Kemikle deriden ötesi yell!” dedi. Kaldırmak için tozlu ayakkabısının ucuyla dürtükledi. Hacı kurnaz kurnaz gülümsedi. “Nezaketten anlamaz. Pekçe vur!” dedi. Sonra yaptığı espriyle keyiflendi. “Dürtmeyle kalksaydı ben onu üç kuruşa satarmıydım?” diye düşündü.

Ama o, o da ne! Gözleri dört açıldı. Rope başını kasaptan yana çevirdi, kasabın kirli elbiselerini derin derin görültülü bir nefesle kokladı, içine çekti. Sonra kımıldandı, toparlandı ve bir hamlede ayağa dikildi. Şimdi de Satır Rıza`nın önüne katılmış, ahırdan çıkmış, bahçeyi geçmiş, tozlu yolda, Hacı`nın ve bütün ev ahalısinin hayretten büyümüş gözlerinin önünde, her adımda biraz daha ufalıp silinerek kasabaya doğru gidiyordu.

Sanki damarlarındaki son kuvveti toplamış, son gücünü, kendisini Hacı`nın kırbacı altında yıllar süren yorgunluklardan bir bıçak darbesiyle kurtaracak bu adama saklamıştı. Ölmeye razıydı ama çalışmaya asla. Büyük bir filozof gibi başı yerde, ağır ağır, gözlerinde kayıtsızlıkla karışık derin bir hüzün, yürüyor; oylukları arasında dolaşan, gölge arayan yaldız kanatlı, ufak, inatçı sineklerin üzerinden arasıra kuyruğuyla incitmek istemeyen bir yelpaze geçiriyordu.

Hacı hiddetinden köpürüyordu. Yürüyeceğini bilseydi iki mecidiyesini kaybeder miydi? Bu ne uğursuz, ne garip, ne anlaşılmaz bir hayvandı. Bütün köyü parmağında çeviren Hacı`yı bir öküz oyuna getirmişti. Öfkesinden Osman`a sebepsiz bir tokat attı. Yanaşmayı tarlada geceletti. Karısının başına o iri gümüş tabakasını fırlattı. Zilli Fadime`ye bile surat etti.

O, bunları yapadursun, kasabada tellal çarşı pazar dolaşıp, Rıza`nın dükkanında ikindiden sonra kesilecek öküzü haberliyor, et ihtiyacı olanları dükkana çağırıyordu…

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir