Kıvırcık saçlı, yanakları çilli organizatör bayan önce elmalı pastayı dilimliyor özenle, sonra kurabiyeleri diziyor miki fareli servis tabaklarına. Çikolatalı keklerin, çilek marmelatlı pastaların, pralinlerin ve meyveli çöreklerin arasına tuzlu, susamlı krakerler, lastik şekerlemelerle dolu şirin tabaklar yerleştiriyor. Masaya rengarenk; çiçek, yıldız ve kalp şeklinde yaldızlar serpiştiriyor. Bir kenara çekilip memnuniyetle gülümsüyor ve „Eveet, nerede doğum günü çocuğumuz?“ diye sesleniyor kapıya doğru. „Geliyor“ diyor, kapıdan giren, kıyafetinden hemşire olduğu anlaşılan güler yüzlü bir kız. Bardaklar, tabaklar, çatal ve bıçaklar son kez kontrol ediliyor- Herşey tamam. Peçeteleri unuttuğunu hatırlıyor, el çabukluğu ve kontrollü telaşıyla işinin ehli olduğunu teyid eden organizatör bayan, tabakların yanına, üzerinde değişik çizgi film kahramanlarının resimlerinin olduğu peçetelerden birer ikişer iliştiriyor.
Önce sarı benizli, asık suratlı, gözleri hafif kızarmış, üç yada dört yaşlarında bir kız çocuğu, onun arkasından, çocuğun göbeğine hortumlarla bağlanmış serum şişelerinin asıldığı tekerlikli askıyı sürükleyerek genç bir anne giriyor içeri. Yavaş ve temkinli adımlarla masaya yaklaşıyorlar. Anne çocuğu dikkatle oturtuyor sandalyeye. Çocuk kollarını masaya destek yapıp küçük yumruklarını yanaklarına dayıyor. Gözlerini yavrusuna kilitliyor genç anne. Bir süre, öylece susuyorlar… Sonra şekerli kurabiyelerden bir tane alıp uzatıyor küçük kıza, „bundan yemek ister misin?“. „Istemem“ derken kafasını iki yana sallıyor küçük kız. Bir kerecik tebessüm ettirebilmek için bebeğini, bütün varlığını feda etmeye hazır anne. Çaresiz, sadece şefkatle seyredebiliyor kızını…
Çektiği sıkıntıların, hareketlerine yaşına yakışmayan bir bilgelik yüklediği, hafif tombul bir şirine giriyor içeri. Kemo terapiden dolayı bütün saçları dökülmüş, mavi gözlerinin renkli ışıltısı yerini belli belirsiz bir hüzne bırakmış… Herşeye rağmen umudunu muhafaza ettiğini ilan eden sarı soluk dudaklarındaki tebessümüyle, aslında bugün çok neşeli olması gereken kasvetli havayı dağıtarak masanın baş köşesine kuruluyor. „Merhaba Yasminn!“ diyor organizatör bayan. „Beğendin mi masayı?“ diye soruyor. Şekerlere uzanırken „beğendim“ diyor küçük kız, kendinden emin bir ses tonuyla. Yanıbaşında duran etine dolgun, uçuk benizli kadına dönerek, „anne kaç yaşına giriyorum?… „Yedi“ diyor annesi.
Yanımda oturan adam, kollarında huysuzlanan bebeğin başını omuzuna yaslıyor. Bebeğin göğüs hizasına bağlanmış serum hortumlarını düzeltip, serum askısını iterek hareket alanını genişletiyor. Uykusu geldi galiba” diyorum. “Hayır” diyor genç baba, “verdikleri ilaç uyuşturuyor”. Yanağını bebeğinin yanağına dayıyor. Baba bebekten daha bitkin, daha perişan, daha uykusuz sanki…
Annelerin kederli hallerinin, babaların kırık döküklüğünün doğum günü masasındaki cıvıltıyı gölgelemesine daha fazla izin vermiyor organizatör bayan. Hepimizin önüne birer kağıt bırakıyor. Gitarını alıp doğum günü çocuğunun karşısındaki sandalyeye oturuyor. “Verdiğim kağıtlarda söyleyeceğim şarkıların sözleri var. Bana eşlik etmenizi istiyorum” diyor. Önce doğum günü şarkısını söylüyoruz hep birlikte. “Şimdi söyleyeceğim şarkıda Yasmin’e en büyük dileğini soracağız” diyor. “Her mısranın sonunda sırayla biriniz, önünde katlı duran kalp şeklindeki karton kağıdı açacak ve orada yazan şeyi söyleyecek. Yasmin bu dileği onaylamazsa şarkıya devam edeceğiz. Onaylarsa hep birlikte şarkımızın son kıtasını söyleyeceğiz”. “Tatlı rüyalar”, “binlerce oyuncak”, “başarı”, “bilgi”, “cesaret”, “umut”; bütün dilekler ifşa ediliyor ama Yasmin hepsini, sevimliliğini ikiye katlayan eksik dişlerini gösteren tatlı kıkırdamalarla reddediyor. Birbirimize bakıyor, dudak büküyor, anlamamazlığa vuruyor ama bir türlü cesaret edemiyoruz küçük kıza ne istediğini. Masaya çöken ağır bir sessizlik molasından istifadeyle yanında oturan annesinin kulağına bir şeyler fısıldıyor Yasmin. “Uykusu gelmiş” diyor annesi bize dönerek. Her şey için teşekkür edip kalkıyorlar masadan. Diğer masada duran hediye paketlerine bakmıyor bile doğum günü çocuğu Yasmin. Annesinin elini kavrıyor sıkıca ve birlikte, kapısında oyuncak tahta harflerle adının asılı durduğu odasına doğru yürüyorlar.
————————
Burası Avrupa`da bir çocuk hastanesinin lösemili çocuklar koğuşu. En pahalı, en gösterişli oyuncaklarla tıka basa doldurulmuş oyun odaları, klasik çocuk hikayeleriyle birlikte, renkli resimli çocuk kitaplarının da bulunabileceği küçük kütüphanesi, çocuklarla birlikte anne ve babaların da bu zor zamanlarında bir nebze olsun dertlerinden uzaklaşmalarını sağlayan el işi atelyeleri; salıncak, kaydırak, bilardo masalarıyla çocukların ve ailelerinin vakit geçirirken temiz havadan istifade edebilecekleri açık hava terası; her öğün sunulan yemek servislerinin dışında, fazladan yeme içme ihtiyaçları düşünülerek tasarlanan ve ailelerin hizmetine sunulan mutfağıyla tam teşeküllü bir Avrupa hastanesi burası. Burada hemşirelerin her biri birer karıncadır, sürekli hareket halindedirler ve hiç birşeyi unutmaz, hiç bir detayı gözden kaçırmazlar… Burada doktorlar, hasta bir çocuğun tahlil sonuçlarında minik bir umut ışığı yakaladıkları zaman hastane personeline dondurma ısmarlayabilirler. Cerrahlar keyifsiz bir anında yakaladıkları bir çocuğu birazcık güldürebilmek için yüksek sesle şarkı söyleyip, maymun taklidi yapabilirler. Palyaçolar, illuzyonistler hasta çocuklara moral dağıtabilmek için haftada bir iki defa uğrarlar bu mekana. Hastane psikoloğu her daim görev başındadır ve en yakın kilisenin papazı her hafta oda oda dolaşıp hasta çocukların ve ailelerinin sağlık durumları hakkında bilgi alır, dua eder, teselli verir burada…
Burası Avrupa’daki hastanelerden herhangi bir hastane, bir Alman hastanesi: Nürnberg, Cnopf’sche Kinderklinik. Almanya’daki bütün diğer hastaneler gibi modern, donanımlı, tertemiz ve ışıl ışıl… En geniş imkanlara sahip bu hastanedeki lösemili çocukların, yeryüzünde bu imkanlara sahip olamayan milyonlarca lösemili çocuk gibi tek dilekleri var Allah’tan: sağlık. Bütün bu imkanları sunabildikleri için, ellerinden gelen herşeyi yaptıkları için ve bütün bu hizmetlerinin karşılığında vatandaşlarından tek kuruş talep etmedikleri için, Avrupalıların hasta çocukları için inandıkları Tanrıdan büyük bir gönül rahatlığıyla „şifa“ istemeye hakları var.
Peki ya bizim?
Türk kanallarındaki haber bültenlerinde lösemili evladının ilaç parasını karşılayamadığı için gözyaşlarına boğulan çaresiz babaları görünce dua edecek yüzü bulamıyorum kendimde. Zikri dua fiili duanın ardından yapılır. Biz fiili duamızı yapabiliyor muyuz? Hayır, malesef hayır…
İlk Yorumu Siz Yapın