"Enter"a basıp içeriğe geçin

Nur suresi ve başörtüsü (2)

Başörtüsü kullanışlı bir kumaştır. Esnemeye müsait özelliği ile kah sağa, kah sola, istenilen tarafa doğru, istenildiği gibi çekiştirilir, gevşetilir, daraltılır, dolanır, düğüm yapılır… Vazgeçilmezdir, çünkü o değerli bir sermayedir; duruma göre “oy” veya “ekmek teknesi”dir. Kör veya danışıklı dövüş tekniklerinin hemen hepsinin idman sahası, düzenbazların paravanı, “kral çıplak” demeye yeltenen çocukların ağız bandı, hem dümenin, hem değirmenin suyu, Yusuf’un itildiği kuyudur. Dalan çıkamaz, çıkan bir daha dalar ve böyle gelen devran böyle devam edip gider…

Gitmemesi için uğraşılmaz çünkü. Çünkü çözüm aranmaz, samimi olunamaz. Özünde dini bir mesele olan başörtüsü mevzuunun dini boyutunu masaya yatırarak tartışmaya kimse yaklaşmaz. Yaklaşmaya cüret edenler de fitne çıkarmakla suçlanır ve tel’in edilirler.

Bu tehlikelere rağmen, yaşadığım mağduriyetler ve şahit olduğum haksızlıklar karşısında susmanın daha büyük cinayetlerle sonuçlanacağını düşünmekten kendimi alamıyorum. Bir görev bilincine sahip olmanın sağladığı cesareti de unutmamak gerekiyor. İşimiz, hakikat yolculuğunda karşımıza çıkan her ilmi, fikrî kırıntıyı, bütün hatlarıyla, bütün cepheleriyle gelecek nesillere aktarmak, onların akıllarına soru işaretleri asmak olmalıdır.

Ve evet, yola devam ediyoruz…

İlahi tavsiyeler küçümsenirse?

Nur suresinde, başörtüsüne mesned olarak gösterilen ayetin bir tavsiye niteliği taşıdığı yolundaki yorumların genellikle, “ilahi tavsiye“leri küçümseyen algı tarafından eleştirilmeleri ilginçtir. Gelen eleştirilerin arka planında ilahi tavsiyeleri çok da umursamayan, bütün olarak “din“imizi, emir ve müeyyidelere indirgeyen toy telakki yatmaktadır. Oysa Kur’an “ben sizin için bir öğüt (nasihat) olarak indirildim” (Araf/2, Yusuf/104, Bakara/66, Âl-i Imran/138) der. Kur’an ağırlıklı olarak tavsiyeler, teşvikler, tedbirlere yönelik teklifler bütünüdür.

Ilahi tavsiyeler İslami ahlakın genel ilkeleri, daha ahlaklı bir cemiyetin ve nizamın vetireleridirler. Müminler bu tavsiyelere uyup uymama konusunda kendi cüz’i iradeleriyle başbaşa bırakılmış ve imtihana tabi tutulmuşlardır. Tavsiyelere uygun bir hayat tarzını benimseyerek takva örtüsünü kuşananlar, sadece ahiretlerini değil, fani âlemdeki mutluluklarını da garanti altına alırlar.

Yeniden tekrar edersek; kadınlara örtünme emredilmemiş; muhtemel fitne, dedikodu ve iftiralara karşı alınması gereken bir tedbir olarak tavsiye edilmiştir.

Peki, bu tavsiyenin çeperi nedir? Kadınlar ne kadar veya nereye kadar kapanmak zorundadırlar?

Resulün konuşduğu dil klasik Arapça mıydı?

Tesettürle alakalı ayetler noktasında karşılaşılan diğer bir sıkıntı ise, kabul edilen, uygulanan tefsir ve meal usulü ile ilgilidir. Kur’an’da geçen ve kadınların tesettüre girmesi gerektiğine dair delil olarak gösterilen “hımar” ve “cilbab” kelimeleri ile ilgili yaşanan tartışmalar, aslında bu kelimelerin muğlaklığından kaynaklanmaktadır. “Hımar” ve “Cilbab” kelimeleri, ilahi kelamda birer kere zikredildikleri için, hangi amaçla veya anlamda kullanılmış olabileceklerine dair Kur‘an dahilinde bir karşılaştırmaya ve anlam çözümüne izin vermezler. Bu durum müfessirlerin yaşadıkları çağda vakıf oldukları dilin imkanları çerçevesinde, kelimenin siyak ve sibakını dikkate alarak, geleneğin bıraktığı mirası da baz alarak bireysel tahlillerde bulunmalarına yol açmıştır. Lakin vakıf oldukları dil aslında çevirmeye ve yorumlamaya çalıştıkları dilden gayet uzaktır.

Ne yazık ki bu çalışma usulüne yaşadığımız çağda da devam edilmektedir.

Bilinen Arapça’dan farklı bir seslenişe ve anlam felsefesine sahip olmasına rağmen, ısrarla günümüzde konuşulan Arapça’nın ve bu dilin konuşulduğu coğrafyanın normları, mentalitesi göz önüne alınarak yorumlar yapılmış, ilahi dil, çağın imkanları kullanılarak bilimsel bir araştırmaya tabi tutulmamıştır. Cahiliye döneminde ve Asr-ı Saadet’de kullanılan dilin günümüz Arapça’sından çok daha farklı bir dil olduğuna dair bilgileri Mehmet Emin Maşalı’nın “Kur’an’ın Metin Yapısı” isimli eserinden edinmek mümkün. Yazar konuyla ilgili olarak kitabında Selahaddin el-Muneccid’e dayanarak şu bilgilere yer veriyor:

“Bir medeniyet merkezi olması hasebiyle Hire’de yazının yaygın olduğunu belirten Müneccid, Hıristiyan olması hasebiyle Hire’de Süryani yazısının kullanıldığını, Arap yazısının Hire yazısından kaynaklanmış olması durumunda onun Süryani yazısı ile büyük benzerlik arz etmesi gerektiğini belirtir. (…) Çağdaş araştırmacıların çoğu tarafından reddedilmekle birlikte bu teze sıcak bakan araştırmacılar da vardır. Sözgelimi Huseyn Ali Dakuki, mütekaddim bilginlerin Enbar ve Hire üzerindeki bu denli ısrarının, yazının VI. yy’ın başında bir tekamül safhası geçirdiğini gösterdiğini belirttikten sonra Mekkelilere okuma yazma öğrettikleri belirtilen Kureyşli Harb b. Umeyye, kardeşi Sufyan b. Umeyye, Ebu Kays b. Abdimenaf, Abdullah b. Cud’an ve Bişr b. Abdilmelik gibi şahısların, Hirelilerin “hattu’l-cezm” dedikleri bu ilk Arap yazısını Hire’de öğrendiklerini, Mekkeliler arasında “hattu’l-hiri” diye anılan bu yazının Kûfe’nin kurulmasından (17/638) sonra burada geliştirilen ve “Kûfi” adi verilen yazının da aslı olduğunu belirtmektedir. (…)

Arap yazısına kaynaklık ettiği kabul edilen bir diğer yazı da Nabat yazısıdır. (…)

Nabatlar, Sami bir toplum olan ve kendilerinden bin yıl kadar önce Arap yarımadasından ayrılıp “bereketli hilal”e yerleşmiş bulunan Aramilerin yurtlarını vatan edinmişler, dolayısıyla da Aramilerin medeniyet ve dillerinden etkilenmişlerdir. Öte yandan ticaretle uğraşmaya başlamalarının hemen ardından yazıya gereksinim duymuşlar, önceleri Arami yazısını kullanmışlar, kısa süre içinde onu geliştirip Nabat yazısını türetmişlerdir. Çok geçmeden bu yazı gelişim sergilemiş, bu gelişime bağlı olarak da Arami yazısından peyderbey uzaklaşmaya başlamıştır. V. asra gelindiğinde ise Nabat yazısı gerileme trendine girmiş, cahiliye dönemi Arap yazısına yakın bir hal almaya başlamış, bunu takip eden süreçte ise Arap yazısı canlılık kazanmıştır.”

Bu bilgilere göre, Kur’an dilini en sağlıklı şekilde anlamak, çevirmek ve yorumlamak için sadece Arapça’yı değil; Süryanice, Aramca ve onun gelişmiş bir şekli olan Nabat dilinin özelliklerini de bilmek, kelimelerin mezkur dillerdeki karşılıklarını kullanarak, Kur’an’ın evrensel mesajına ulaşmaya çalışmak gerekiyor.

Mealler arasındaki tutarsızlıkların, tefsirler arasındaki derin farklılıkların da nedeni, aslında onları kaleme alan yazarların, malum kelimelerle ilgili muallaklığı gelenekten devşirdikleri yorumlarla izaha kavuşturmaya çalışmalarıdır. Kur’an-ı Kerim mealleri ve tesfirleri, somut bilimsel verilerin, detaylı araştırmaların sağlayacağı aydınlıktan istifade edilerek değil, geçmişteki ulemanın mevcut imkanları ve kendi inisiyatifleri dahilinde yaptıkları açıklamaların yardımıyla çözülmeye, anlaşılmaya çalışılmıştır.

Bu satırların yazarı gibi, çeviriyle uğraşmış her mütercim bilir ki, bir metni cevirirken, kullanılan dille birlikte, o dildeki geleneksel kurguların (örneğin deyimlerin), o dili konuşan insanların algılayış ve yaşayış tarzlarının çok iyi bilinmesi gerekir. Elimizde konuyla ilgili var olan literatürde, yukarıda dile getirdiğimiz ilkeler ışığında yazılmış bir kaynak kitaba ulaşabilmemiz mümkün değil. Bütün bu imkansızlıklar içinde bir hakikat arayışcısının yapabileceği tek şey, elindeki metni Islam dünyasının güvendiği müfessirlerin yardımıyla, karşılaştırmalı olarak incelemek, çevrilen dildeki bütün anlamlarını teker teker tetkik etmek ve makul bir sonuca varmaya çalışmaktır.

Gelecek yazıda inşallah bunu yapmaya, Kur’an’da geçen ve giyim kuşamla alakalı olarak kadınları özellikle ilgilendiren “siyab”, “cilbab” ve “hımar” kelimelerini, zikredildikleri ayetler ve sureler bağlamında değerlendirmeye çalışalım.

http://adilmedya.com/makale.asp?yazid=39&id=810

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir