O gün, kayıt yenileme işlemlerinde kuyruğa takılmamak için sabahın erken saatlerinde gitmiştim okula. Koridorları temizleyen bir hanım teyzenin „sen yeni mi başladın kızım?“ sorusunu gülümseyerek „hayır teyzecim, kaydımı yenileyecektim“ diye cevapladığım anı unutamam. Teyze gururla yüzüme baktı ve „aferim kızım!“ dedi. Kayıt işlemlerinin biraz daha geç başlayacağını aynı teyzeden öğrenince okula yakın alışveriş merkezinde vakit öldüreyim dedim. Yanyana dizilmiş dev marketlerin kapıları henüz açılmamıştı ama hepsinin içinde hummalı bir telaş göze çarpıyordu. Gayri ihtiyari cam vitrinlerden içeri kayıyordu gözlerim. Uzun saplı paspaslarla yerleri parlatan temizlikçilerin hemen hepsinin başörtülü olması üzmüyordu artık beni. Türkiye’de olduğu gibi bu ülkede de, başörtülü kadınları görmeye alışık olduğumuz, alıştırıldığımız en sıradan manzaralardı bunlar.
O sabah, açık bulduğum bir kafeye girip kahve ısmarladığımda ve bir kenarda kahvemi yudumlarken, yan masadan gelen „hangi mağazayı temizliyorsun sen kızım?“ sorusuyla daldığım derin düşüncelerden uyandırıldığımda, gülümseyemedim ama… Sandığım kadar da alışmamıştım demekki, demekki rahatsız eden birşeyler vardı… „Temizlemiyorum amca, temizlemiyorum“ diyebildim sadece ve sustum…
Aradan yıllar geçti. O yıllarda yasaktı benim ülkemde başörtüsüyle üniversite okumak, hala yasak. Ama o yıllarda bir direniş vardı yaşağa karşı, artık mahiyeti meçhul bir sessizlik var. El ele tutuşup İstanbul’u bir uçtan bir uca çembere alan, karanfiller dağıtıp muhafazakar partiler için oy dilenen kızlar birden bire sustular. Çok değil, bir on yıl önce temizlikçi olarak girdikleri marketlerin en itibarlı müşterileri oldular. Derken, beyaz perdeye düştüler. „Aştık artık bunları, artık varız!“ diyemiyoruz çünkü beyaz perdeye düşen onların sancılı öyküleri, sabıkalı resimleri değil; saç baş yolduran, soytarıyı andıran suretleri sadece…
Bir önceki yazımda dizi çılgınlığına malzeme edilen modern kadın bedenini tersim etmeye çalışmıştım. Modernist tasavvur yaşlı ninesine ihtiram eden, onu baştacı eden Türk insanını dizilerle zehirleyerek, aklındaki muteber kadın kavramını salt zahiri görütüye indirgeyip basitleştirirken, muhafazakar kadınlar da sinema endüstrisinin kurguladığı yeni bir tuzakla parsellenmeye, ranta malzeme edilmeye ve iki taraflı bir çekişmenin öznesi haline getirilmeye çalışılıyor. İşte tam bu noktada „Uzak İhtimal“ ve „Büşra“ filmleri iki anlamlı örnek olarak duruyor ortada.
„Uzak İhtimal“ filminde başörtülü kadının aşmak zorunda kaldığı prosedürlerde yaşamak zorunda bırakıldığı değişimlere karşı bir isyan çarpıyor dikkatlere. Muhafazakarların mutfağından çıkan bu otantik ve çok kültürlü lezzette muhafazakar erkeğin tahayyülündeki „iffetli kadın“ı hazmetmeye çalışıyoruz; bir rahibeyi. Filim boyunca kilise ve evi arasında kafasını yerden kaldırmadan gidip gelen, gelip giden rahibe Clara; duru yüzü, gizemli bakışları, kısık sesi ve mistik hayatıyla bir asalet timsali olarak lanse ediliyor. On yıl önce „başörtüsü namusumuzdur!“ sloganıyla öbek öbek kitleleri direnişe sürükleyenler, evlerinde haremlik selamlık uygulayanlar şimdi; başını açabilirsin, sigara da içebilirsin, hatta sana yabancı erkeklerle tokalaşabilir, yolculuk bile yapabilirsin; coca cola boykotu da palavradır, pekala içebilirsin ama süslenme; ağır başlı, itaatkar, asosyal ve melankolik ol diyorlar.
Muhafazakar erkeğin rol modelinden uzaklaşıp seküler cenahın biçtiği elbiseye bakıyoruz ve „Büşra“ filmi çıkıyor karşımıza. Yeni bir yemek, yeni bir telkin, yeni bir facia…
Beyaz kafa; yıllardır bitmek tükenmek bilmeyen başörtüsü tartışmalarından, büyük emekler vererek kurduğu ikna odalarında bile çözmeyi başaramadığı türbanlardan bir hayli sıkılmış olacak ki, bir orta yol arayışında yakalıyoruz kendisini. „Büşra“ filmi, hayatında ilk defa Mango gören bir adamın nefsini yenemeyip alelacele meyveyi kabuğuyla birlikte ısırmasına benziyor. Damaklarında kalan ekzotik meyvenin tadını tarif etmeye yeltenmişler ama yanlış tükettikleri için umdukları lezzeti yakalayamamışlar. Sonunda dayanamayıp meyveyi kendi kafalarına göre pişirmeye kalkışmışlar; haşlamışlar, kavurmuşlar ama olmamış, olmamış… „Büşra“ başörtülü kızları anlatan bir film değil, beyaz kafanın idealindeki başörtülü kızı resmeden, gerçeklerden uzak bir çalışma olmuş.
İslam dünyası ihmal edildiği için, sanatsal anlamda üzerinde çalışılması gereken mümbit bir alan olabilir. İsabetli mesajları içeren, doğru ve profesyonel yatırımlar açılıma da (siyasi jargonda buna toplumsal mutabakat da deniyor) hizmet edebilir ama başörtülü bayanları incitmemek kaydıyla. „Ötekileştirilmeye nasıl olsa alışmıştır, biraz da biz harcayalım. Evirip çevirip kendimize, gönlümüzdeki kimliğe uyduralım, uyarlayalım“ yaklaşımı uzun vaadede yeni krizler doğurabilir.
Siz en iyisi, bizi biraz kendi halimize bırakın… Kendimizi bulduğumuzda, kendi filmimizi kendimiz çevireceğiz zaten.
http://www.habertaraf.com/yazarlar/2064.html
İlk Yorumu Siz Yapın