Şubat ayı içinde üstüste yaşadığımız hadiseler, yurdumuzun gittikçe çürüyen ahlak anlayışı ve çıbanlaşan kadın algısı üzerinde daha derin kafa yorma imkanı sağladı. Hadiseler o kadar birbirleriyle bağlantılı, birbirini tamamlayan puzzle parçaları gibi duruyorlar ki; eğer beşeri bir el tarafından evrilip çevrilmiyorlarsa, uhrevi bir güç tarafından tayin ve tesbit edildikleri ihtimali hiç uzak değil…
Önce Defne Joy Foster’in şaibeli ölümüyle başladı herşey. Defne ile ilgili muhafazakar ve seküler basının yaptığı ağız ve vicdan birliğini, bin yılda bir yaşanan olağanüstü bir doğa olayına şahitlik edercesine hayretler içerisinde izledik. Evli bir kadının nasıl olur da geceyi bir bekar evinde geçirebileceğini soran laik medya, mezkur bekar adamın evli bir kadınla ne işi olacağı sorusundan itinayla uzak duruyordu. Aynı istikamette bir linç kampanyası başlatan muhafazakar medya ise, Hz. Aişe’ye iftira eden lanetlilerin modern çağdaki sesi ve temsilcileri olarak, histerik bir ruh haliyle gidip gelip Defne’nin çarmıhına çivi çakıyordu.
Oysa yeri gelince Müslümanlığı kimselere bırakmayan bu sefillere sesleniyordu Nur suresi ve bakın ne diyordu;
Ne vardı onu işittiğiniz vakit erkek ve kadın mü’minler kendi kendilerine husni zann etselerdi de bu açık bir ifktir deselerdi ya
Onlar (iftiracılar) bu iddialarına dair dört şahit getirselerdi ya! Mademki şahit getirmediler; işte onlar Allah yanında yalancıların ta kendileridir.
Eğer size dünya ve ahirette Allah’ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu!
Hani o iftirayı dilden dile dolaştırıyor; hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyleri ağzınıza alıp söylüyor ve bunu önemsiz bir iş sanıyordunuz. Hâlbuki bu, Allah katında büyük bir günahtır.
Bu iftirayı işittiğiniz vakit, “Böyle sözleri ağzımıza almamız bize yaraşmaz. Seni eksikliklerden uzak tutarız Allah’im! Bu, çok büyük bir iftiradır” deseydiniz ya!
(Nur; 12, 13, 14, 15,16)
Ayetler o kadar vazıhtı ki, Defne ile ilgili yapılan yorumların sahipleriyle alakalı birşeyler yazmanın, onları tenkid veya tel‘in etmenin önemi ve lüzumu kalmıyordu. Zira duyabilecekleri en ağır sözler, en ulu makamdan tevdi ediliyordu izanlarına… Her ne kadar onlar kulaklarını kapasalar da;
Allah onları lanetliyordu…
Ancak yaşanan yeni hadiseler toplumsal ahlakın, güçlenen muhafazakar erkin gayretleriyle nasıl zorbalaştığını defaatle gözlerimizin önüne sermeye devam ediyordu.
Haftalarca, kerameti kendinden menkul bir hocamızın,dekolte üzerinden tacizcileri yıkayan beyanlarıyla çalkalandı medya. Defne olayında elele, kolkola tribünlerden tezahürat yapan medya erleri, tutuldukları bu yeni kasırganın şiddetiyle önce birbirlerine girdiler, sonra eski saflarına çekildiler. Laik taraf en sabıkalı tarafıyla, yani mütemadiyen endişeli, çapsız ve çorak zihniyetiyle hocayı ve avamını taşa tutarken, muhafazakar taraf son yıllarda kazandığı zaferlerin sarhoşluğu içinde „güç ben artık“ cılık oynuyor ve yine en zayıf olanı, kadını vuruyordu.
Bir taraf; „kadınları çarşafa sokacak bunlar! Uyanın, vatan elden gidiyor!“ yaygarası yaparken, diğer taraf hocaya paravana oluyor; tacizci ve tecavüzcüleri kadınların tuzağına düşmüş biçare mağdurlar gibi lanse etmekten zerre hicap duymuyordu.
Bütün bu hengameyi; çok uzak diyarlardan ülkeme açılan penceremden izleyip hayra yormak öyle zor geliyordu ki, beynim uyuşsun ve derin bir uykuya dalayım istiyordum…
Hocanın serdettiği mahsulü bir modernizm eleştirisi olarak ele alarak hak vermeye kalkışanların traji komik halleri; Kur’an ahlakından nasiplenemediği için erkek gözüne ve iradesine her türlü özgürlüğü bahşeden, kadını sepetleyen muhayyilenin çıkardığı gürültüye karışıyor ve görüntü gittikçe karıncalaşıyordu.
Uyumak mümkün olmuyordu ama uyanık haldeyken uyuyanları izlemek ve uyandıramamak daha da katlanılması zor bir durumdu. Ve kafamda sorular birbirini kovalıyordu:
Kimdi modern? Daha doğrusu; modernlik neydi? Bizim insanımız modernden ne anlıyordu? Türkiye dindarlaşıyor diyenlerle, Türkiye modernleşiyor diyenlerin çarpışmasından en büyük zararla ayrılanlar neden hep kadınlar oluyordu? Neden fatura hep hemcinslerime kesiliyordu?
Çünkü Türkiye ne modernliği ne de dindarlığı bilmiyordu.
Bilmiyordu, çünkü Türkiye ne Avrupa’yı ne de Asya’yı tanımıyordu.
Türkiye kendisini, Türkiye Anadoluyu tanımıyordu…
Kendisini tanımayan Türkiye, Avrupa’nın, yani modern dünyanın kurduğu her türlü tuzağın potansiyel kurbanı oluyor, çoğu zaman da bu tuzağa kendi iradesiyle, gönüllü yuvarlanıyordu.
Nasıl mı?
Bu soruya, Avrupa medeniyetinin temeli olan Hellenizmi inceleyerek cevap vermeye çalışacağız. Meselenin kadın algısıyla olan bağlantısını ve İlahiyat Profesörünün beyanlarının niçin modernizm eleştirisi sayılamayacağını da o zaman daha iyi anlayacağız…
Belki o zaman, bütün bu tartışmaların geçtiğimiz hafta aynı gün içine sığdırılan iki kadın cinayetine neden ve nasıl yol açmış olabileceğini, bu cinayetlerin kamuoyunun vicdanını niçin yeterince titretmediğini daha iyi anlayacağız
İnşallah…
İlk Yorumu Siz Yapın