"Enter"a basıp içeriğe geçin

Yaşamak

Gelmiş geçmiş her mütefekkir, müçtehid ve ilim erbabının üzerinde kafa yorduğu asıl bir konu yaşamak. Yaşamı daha yaşanılır, yanı daha çekilir kılmak için peygamberler gönderip insanları irsad yoluyla, yaşamın ıslah edilmesini sağlamaya çalışmış yaratıcı kudret. Yarattıktan sonraki tüm görevini insana devretmiş böylece… Ve insanlar yaşama dair mükellefiyetlerini ya unutmuş, ya da ciddiye almamış olmalılar ki hayat, hiçbir çağda geçmiş çağlara nazaran daha tahammül edilir hale getirilememis. Tarih savaşlar ve isyanlarla dolu. Ne medyumlar, ne de bilim adamları bizleri parlak yarınlarla muştulayamıyorlar. Çoğu insanın dilinde “yaşam”, dünya tarihiyle eşit kötü ööhretiyle anılmaya devam ediyor: yaşam değersizdir.

Değersiz bir yasam, yaşamaya değer bulunamayan bir ömür, ölüm… Kuşku dolu, melankoli dolu, bıkkınlık dolu, yaşama karşı düşmanlık dolu bir sürü ses. Sokrates`in son sözleri bu gerçeği ne güzel yansıtıyor: Kurtarıcı Asclepius`a bir horoz borcum var. Onu ödemeyi unutma…
Eflatun`a göre herhangi bir hastalıktan şifa bulan her kişi Asclepius`a bir horoz hediye ederdi.

Yaşamı değersiz buldukları veya artık kendilerine ait görmedikleri, ya da çağdaşlarına yapıtlarıyla (yaşamlarıyla) ulaştıramadıkları mesajlarını ölümleriyle ulaştırabilmek için intihar eylemine başvuran ve Cervantes’in Donkişot’u misali hayata kılıç çeken serüvenciler arasında belkide en çarpıcı olanlarından biri Rus şair Sergey Yesenin. 1925 yılında yaşamına kendi elleriyle son veren Şair Yesenin, arkasında bıraktığı mektubundaki son şiirinde sevdiklerine şöyle sesleniyor: “Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm, / Ama pek öyle yeni sayılmaz yaşamak da.”. “Sergey Yesenin`e” başlıklı uzun şiirinde “Şu yaşamda / en kolay iştir ölmek. / Asıl güç olan / yeni bir hayata / başlamak” diye meslektaşının aziz hatırasına seslenen şair Mayakovski, bu şiiri yazdıktan beş yıl sonra aynı şekilde intihar eder. Yaşamına kendi elleriyle son vermeden önce “yaşama ağrısı”ndan sözettiği “Yaşama Uğraşı” adlı kitabını yazan Pavese, “herkesin intihar etmek için iyi bir nedeni vardır” derken insanları yaşamları ve ölümleri konusunda hür bırakmayı savunuyordu.

“Kuşkusuz, birlikte konuşabilir, birlikte çalışabilir, birlikte öğrenebiliriz, ama her şeye karşın, sonunda her birey kendi yaşamını kendisi biçimlendirmelidir. Çünkü yaşamınız yalnızca sizindir, bir başkasının değil. Bir başka yolu da yoktur bunun” diyen Leo Buscaglia da Pavese ile aynı fikirde olmalı…
Kimileri için sabırsızlıkla şifası beklenilen, beklenen şifa gelmezse cebren getirilen bir hastalık ‚yaşamak‘, kimileri içinse yatırım.

‚Ölünce vucudun toprağa karışacak‘ diyor Upanişad, ‚sesin rüzgara‘. Yacnavalkiya; amelde, yani nara, kitap ve aşk üçgeninde insanın yaşamaya devam edeceğini söylüyor. Ruhu bazan bir mabedin kapısında, bazan gergef işleyen bir genç kızın baş ucunda şarkılar söyleyen bir kuşa benzeten mistik yüreklerin yaşam hakkındaki serzenişleri, onun sahte ve göz boyayıcılığı üzerinde yoğunlaşmıs. Yaşam, anlamını şehirlerden uzak, yüksek dağ ve tepelere inşa edilen manastırlarda, çilehane veya en izbe mağaralarda yitirmiş… Yoksa bulmuş mu?

Yaşamı daha anlamlı kılmak için onu bir ideale vakfetmek ve tüketmek birçok dünya dininde, kutsal kitaplarla telkin edilen ilahi emirlerin pratikteki tezahürüyse de, en doğmatik inançlarda dahi hayata, asıl gayeye istenildiği kadar vakıf olamamanın getirdiği mahiyeti meçhul, müphem bir korkuyla yaklaşıldığını görüyoruz aslında. Hayata kuşku ve korkuyla yaklaşan insan, endişelerinden sıyrılmak için onu elinin tersiyle itiyor, aşağılıyor ya da ona sırtını dönüyor. Hint kutsal kitaplarından Mahabharata`da yer alan “kuyudaki adam” Mesel`i, yaşam denen potansiyel tehlikenin karşısında duyulan tedirginliğin ancak haz ve arzulardan vaz geçince dindirilebileceğini savunan mistik felsefe için verilebilecek güzel örneklerden biri:

Koca ormanda tek başına idi Brahman. Önünde ağaçlardan bir duvar vardı. Bulutlarla öpüşen ağaçlar. İlerliyemiyordu artık. Canavarlar kuşatmıştı dört bir yanını… uluyan, çığlık atan, kükreyen canavarlar. Yama bile görse korkardı onları, Ölüm Tanrısı Yama. Soğuk terler boşandı vücudundan Barahmancığın; belki bir sığınak bulurum diye sağa sola koştu. Bir ölüm çemberi içindeydi Brahman. Orman tuzaklarla doluydu. Korkunç bir acüze onu kucaklamaya çalışıyor, beş başlı yılanlar etrafında şaha kalkıyordu.

Kör bir kuyu vardı ormanda, sarmaşıklarla çepeçevre. Ayağı takıldı sarmaşıklara, kapaklandı. Dalından sarkan olgun bir meyve gibi baş aşağı asılı kaldı. Zavallı Brahman bir de ne görsün: kuyunun dibinde bir ejder yok mu? Felaket tek başına gelmez ki. Beyazlı siyahlı koca bir fil kuyuyu gölgeleyen ağacı kucaklıyordu. Altı yüzlü, on iki ayaklı idi fil. Ağacın dallarında bir kovan. Arılar rengarenk, arılar korkunç. Uçuşan, vızıldayan, bal yapan. Dallardan süzülen balları iştahla yalamaya başladı Brahman. Gözleri ne fili görüyordu artık, ne ejderi.

Ağacı beyaz ve siyah fareler kemiriyordu. Keyfi yerinde idi Brahman`ın. Ne kocakarıyı düşünüyordu, ne canavarları. Ağaç üstüne devrilecekmiş… umurunda değildi.

Kurtuluş sırrına erenlerin anlattığı bir mesel bu. Cangıl: bizi kuşatan yeniden-doğuş`lar. Aşılmaz duvar: hayat. Canavarlar: hastalık. Kocakarı: ihtiyarlık. Kuyu: bedenimiz. Dipteki ejder: varlıkları yutan zaman. Sarmaşık: ümit. Altı yüzlü, on iki ayaklı fil: sene, yüzleri : mevsimler, ayakları : aylar. Ağacı kemiren beyaz fareler : günler, siyah fareler : geceler. Arılar : arzularımız. Bal : hayattan aldığımız haz.
İşte yaşama çemberini kıramayanın hali. (Cemil Meriç, Bir dünyanın eşiğinde, )

Mistik inançlar insanoğlunun dünyadaki misyonunu yaşamın sağladığı beşeri hazzın terkiyle erişilebilecek uhrevi bahtiyarlık olarak özetleyedursunlar, semavi kitaplar arasında insan doğasına uygunluğuyla diğer kitaplar arasında dikkat çekici bir üstünlük ve uslup farkına sahip olan İslam dininin mukaddes kitabı Kur-an, Eyyüp peygamberi örnekleyerek, çileye sabır, metanet ve teslimiyet içinde göğüs gerenlerin mutlak zaferlerini müjdeler. Diğer taraftan, ızdıraplarında kendinden parçalar bulan Sören Kiergegaard, “Suskun sırdaşım” diye seslendiği Eyyüp peygamberin tevekkülüne tahammül edemeyerek, O`nu sesini yükseltmeye ve şikayete davet eder: Şikayet et! Tanrı korkmaz, kendini pekala savunabilir, fakat hiç kimse bir insana yakıştığı gibi şikayet etmeye cesaret edemezse kendini savunmak için nasıl konuşabilir? Konuş, sesini yükselt, Tanrı elbette daha yüksek sesle konuşabilir, onun yıldırımı var -fakat o da bir cevaptır; bir açıklama, güvenilir, dürüst, hakiki, Tanrı`nın kendisinden gelen cevaptır.” (Sören Kiergegaard, Kahkaha Benden Yana)

Bir de yaşama sarılanlar, onun anlamını yine onu yaşamakta bulanlar var tabi.
Ne ömür boyu sırtından inmeyen Therese, ne uzviyetini kemiren hastalık, ne de Ansiklopedistlerin haince saldırışları Rousseau`nun içindeki yaşama arzusunu susturamaz. Yaşamayı anlatmakla eş anlamda değerlendirir Rousseau. Yaşamı sevmekte bulan Fenelon ise “sevmeden yaşamak yaşamak değildir. Az sevmek ise sürüklenmektir” der.

Yaşama sevincini ve direncini en güzel dile getirenler ise şairler. “Yaşamak umurumdadır” başlığını verdiği şiirine şair İsmet Özel, “Sabah şairin üstüne saldırıyor/ yaşamaktan bir güneşle kaplanıyor onun kalbi” diye başlayıp, “Yaşamak debelenir icimde kıvrak ve küheylan” diye devam eder. “Yaşamak bir ağac gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine” cümlesiyle yaşam felsefesini veciz bir uslupla özetleyen Nazım Hikmet için ise yaşamak, en çok ciddiye alınmasi gereken eylemdir:

“Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
Bir sincap gibi mesela,
Yani yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
Yani bütün işin gücün yaşamak olacak”

Orhan Veli Kanık için yaşamak zor ama, kaçınılmaz:
” biliyorum kolay değil yaşamak;
Ama iste
Bir ölünün hala yatağı sıcak,
birinin saati işliyor kolunda.
Yaşamak kolay değil ya kardeşler,
ölmek de değil;
kolay değil bu dünyadan ayrılmak ”

Benim yaşam hakkındaki düşüncelerime gelince… Yine sözü Nazım Hikmet`in güzel dizelerine bırakıyor ve diyorum ki:

“görmek
işitmek
duymak
düşünmek
ve konuşmak
koşmak alabildiğine
başı dolu
başı boş
koş-
-mak…
hehehey TARANTA BABU hehehey
yaşamak ne güzel şey”

Evet herşeye rağmen seviyorum yaşamayı. Yaşama alıştığım için değil tabi, sevmeye alıştığım için. Yaşam, gökkuşağı nüanslarıyla süslü güzel evrenin mavi ve derin okyanuslarında yol alan pupa yelken insanları felek rüzgarının eşliğinde meçhul ve mecbur bir yolculuğa sürüklerken, kimi zaman fırtınalar ve kasırgalarla alabora eder, kimi zamansa tatlı esintiler, yumuşak meltemlerle okşar ve sever. O olmadan tadamayacağımız güzel duygular hatırına, onu da sevmek gerek…

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir