Avrupa’da kendimi gurbette sanıyordum. Mazisinden, kültüründen, kimliğinden kopmuş, marazi bir aşağılık kompleksinin pençesinde çevresine intibak arayışları içinde olan her insan bir azınlığın parçasıdır ve gurbettedir aslında. Öz yurdun da gurbeti yaşayanları görünce teselli buluyor, hicran acımı unutuyorum.
Radikal gazetesinden Yıldırım Türker dün „Porno Milliyetçiliği“ başlığı altında, haftalardır Avrupa’nın gündeminden düşmeyen, düşürtülmeyen Türkiye’deki taciz olayının analizini yapmış. Bizim yazarlarımız rakamlarla oynamayı pek severler, çünkü Türk okuyucusunda sarsılmaz bir güven duygusu uyandırır istatistik veriler. „Üç çeşit yalan vardır“ der Benjamin Disraeli, „yalan, kutsal yalan, İstatistik“. İstatistik verileri kullanarak en kuyruklu yalanı, müthiş bilimsel bir kurguya kavuşturabilir, Kennedy’nin tabiriyle, „bir ayağı sobanın, diğer ayağı buzun üzerinde olan bir adamın ortalama olarak son derece rahat olabileceğini ileri sürebilirsiniz. Sayın Türker’ de yazısına başlar başlamaz, kah Cemil Çiçeğin ağzından, kah google’den aparttığı bir dizi sayısal veriye istediği sonucu ikrar ettirip, Türkiye’yi bir çırpıda sübyancılar memleketi ilan ediyor. Eh, bu kadar işkenceye biz bile dayanamıyoruz, matematik ne yapsın!
Okurun güvenini terkisine attıktan sonra elindeki bütün boyaları sayfalarına boca ederek yurdumuzun en meçhul(!) bırakılmış cephelerinden birini, sübyancı çehresini tersim etmeye koyuluyor güzide yazarımız. İntihar süsü verilen çocuk ölümleri varmış Türker’e göre, hem de tonlarca. Zühul, sehv-i kalem diyelim ve geçelim. Ben bu yazıyı okuyup da; çocuk bu, niye intihar etsin azizim? Buna kim inanır, cinayet de bari, diye sormayan okurları kınıyorum… Ömür boyu ortalıkta hayalet gibi gezmeye mahkum, susturulmuş, yaralı çocuklar da varmış. Avrupa’yı bir çocuk cenneti gibi tahayyül eden yazara hayal kırıklığı yaşatmak pahasına birkaç örnek vermek istiyorum. Bugün itibariyle, tecavüz edildikten sonra öldürülen 9 yaşındaki Mitja’nın katilinin, bir ilkokula ait hayvanat bahçesinde çalıştığının tesbit edildiğini söyleyelim önce. Avrupa’da bebelerin, gençlerin muntazaman korunup kollandığını düşünen beyinlere acilen duyurulması gereken bir başka gerçeği haykıralım sonra; dün Gifhorn (Niedersachsen), Almanya’da bir lunaparkta 17 yaşındaki bir kız, 17 ve 20 yaş arası altı genç tarafından tecavüze uğradı. Olay, parkın yakınında bulunan çimenlik bir arazide, yani açık alanda gerçekleşti. Tecavüzcülerin alkollü oldukları, bazılarının uyuşturucu aldıkları tesbit edildi. Sorgulamanın ardından serbest bırakılan gençlerden birinin daha once de hırsızlık ve adam yaralamadan dolayı tutuklandığı ve polis tarafından tanındığı belirtildi. Yine dumanı üstünde bir haber; perşembe günü Bavyera Germering’de 14-15 yaşında bir genç 13 yaşındaki kıza tecavüz etti. Kıza yaklaşma yasağı koyularak serbest bırakılan bu gencin hikayesi de, Gifhorn’ da yaşanan facia da “Welt” gazetesi dışındaki yayın organlarının hiç birinde yer almadı.
Marco davasıyla birlikte kendi acı gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalan Alman basını, bizzat kendi topraklarında yaşanan bu trajedileri kamufle ederek, hukuk adamları ve psikologlarla yaptığı mulakatlarda bir umut ışığı aramayı tercih ediyor. Ne yazık ki, ne hukukcular ne de psikologlar onların istediklerini bir türlü söylemiyorlar… Ne hazin bir yalnızlık! Frankfurter Allgemeine gazetesinin yaptığı bir röportajda, Kiel Üniversitesi gençlik ceza hukuğu ve kriminal prevensiyon araştırma merkezi müdürü Heribert Ostendorf’un, Alman ceza hukuğunun 176. paragrafına göre Marco’yu Almanya’da da, Türkiye’de olduğundan farklı bir akıbetin beklemediğini söylemesi, Alman hukukcuların suç işleyen yabancı gençlerin Almanya’da da muhtemel bir firara karşı tutuklanabileceklerini belirtmeleri bütün umutları söndürdü. Almanya’da durum böyleyken ve Almanlar hızla kendilerine çeki düzen verip Türklere ve Türkiye’ye karşı besledikleri ön yargının cesameti karşısında utançla yüzlerini saklamaya çalışırken, Türkiye’den bir Türk(!) yazarın çıkıp
“Çocuklara karşı böylesine kıyıcı olabilen, fikir adamlarının dili fütursuz, ilgililerin ilgisiz, işkencecilerin hâlâ ve gururla iş başında olduğu, mahpus olanların hiçbir güvencesi kalmadığı ayyuka çıkmış bir ülkeye kim rahatlıkla 17 yaşındaki bir vatandaşını teslim edebilir? Sizin oğlunuzun başına gelse dünyayı ayağa kaldırmaz mıydınız?“
Diye avazlanması gaflet ve delaletle açıklanamaz ise, ancak ve ancak “ucu hıyanete varan bir aşağılık kompleksinin tezahürü” olarak izah edilebilir. “Avrupa’dan bize hayır yok “diyen “şuurlu bir nefis mudafaasını” yobazlık diye fişleyen, bütün belagat kurallarını hiçe sayıp afaki bir uslupla komplekslerini deşifre eden, sağa sola sataşmaktan önünü göremeyen, mazisinden utanan, kendinden utanan, başörtülü anası, takkeli babasından utanan, kendi memleketinde gurbeti yaşayan boyalı Türk basınına karşı bir gün Türkiye’yi savunmak zorunda kalabileceğim aklıma gelirdi ama, bu medyanın bezirganlarını, yazma eylemini ticarete döken kirli dünyanın kirli esnaflarını haklı bulabileceğim hiç aklıma gelmezdi.
“Bozuk saat dahi günde iki kez doğruyu gösterir” kavlinden hareketle o kadar da şaşırmamak lazım bu garipliğe. Almanya’nın takındığı sinir bozucu tavrı “Adamın bize verdiği değer çöl kabilesinden farklı değildir” cümlesiyle özetleyen Hasan Pulur’u, öfkesini dizginleyemeyip “İşsizlik, açlık unutuldu. Bakıyorum ki, gâvur çocukların namusunu koruma çabamız, AB’ye girişimize engel olur hale geldi” diyerek olaya son noktayı koyan Fikri Sağlar’ı, haydarane bir hamleyle yere serdiğini düşünen Türker’in yıldırımları düştüğü yeri kasıp kavurmaya devam ediyor. Hazrete göre, bu olayda Türk medyası çocuğun resimlerini yayınlamakla, olayı ayrıntılarıyla anlatmakla pornografik milliyetçilik yapmış. Cinsellik konusundaki kendi korkularımızı çocuklarımıza aşılıyormuşuz ve hatta “Onların doğal gelişiminde, birbirlerine dokunmayı, vücutlarının egemenliğini ellerine geçirmenin tadına varmayı keşfetmelerini lanetlerken, onları riyakâr ve ihtiyar bir dünyayı erotize etmek için” kullanıyor(muş)uz. Birbirlerinin vücutlarının egemenliğini ellerine geçirmelerine izin vermedikleri için İngiliz kızın ailesine öfkelenmeniz gerekiyor Sayın Türker ama olmuyor tabi o da bir Avrupalı.
Dürüst bir yazar, Avrupa’da kopan ve enkazı Türkiye’ye savuran bir fırtına hakkında yazmaya karar veriyorsa, fırtınan koptuğu mekana, olayın giriş, gelişim ve sonuçlarına dikkat etmek, hepsini takip etmek zorundadır. Mütevazi kabiliyetlere sahip olduğu anlaşılan bu yazar arkadaş daha az yazıp, daha çok okursa, hem kendisi hem de gazetesi için daha hayırlı olur. Marco meselesi Alman kamu oyunun düzenlediği bir tezgahtır. Türk medyası ülkesine yapılan bir saldırıya cevap vermiştir. Fırtınanın tasvirinde kullanılan pornografik vurgular Alman medyasında işlendikten sonra Türkiye’ye gönderildi. Bu olayı Almanlar Türklerden değil, Türkler Almanlardan öğrendi…
„Edebiyatın, sanatın, düşüncenin grafoman’lara karşı korunması, ülke sınırlarının barbarlara karşı korunması kadar kutsal“ demiş bir psikolog. Bizim grafoman’lara karşı koruyabileceğimiz bir edebiyatımız, sanatımız, düşüncemiz kaldı mı sahi? Medyanın yayın çizgisini eleştirmek, görmediklerini göstermek, göstermediklerini faş etmek her entelektuelin, her vicdan sahibi yazarın vazifesidir ancak, bu son olayla birlikte sorulması gereken sorular, kurulması gereken cümleler bunlar değildir. Alman kamu oyunun kendi vatandaşlarına karşı göstermiş olduğu alaka ve hamiyetperverlik hatırlatılarak Türk medyası mensuplarına, köşe yazarlarına, gediklilerine; Almanya’da bir seri katilin cinayetlerine kurban giden 9 Türk vatandaşını neden gündeme getirmediklerini sormak gerekir. 2000 yılında bir, 2001 yılında üç, 2004 yılında bir, 2005 yılında biri yunan vatandaşı olmak üzere iki kişi, 2006 yılında iki vatandaşımız bir seri katil tarafindan öldürüldü. İş saatlerinde, gündüz gözüyle işlenen bu cinayetler Alman medyasına sadece haber olarak yansıdı, çoğu Türk gazetesinde haber olarak dahi yer almadı. Alman polisinin, katilin bulunmasında yardımcı olacaklara vadettiği 3000 Avroluk komik rakamı, ancak yedinci kurban verildikten sonra 300 000 Avroya çıkarabildiğini, buna rağmen yedi yıldır katilin bulanamadığını Türkiye’den çok az kişi öğrenebildi. Az kişi öğrenebildi; çünkü bizim siyasimiz, bizim yazarımız, bizim basınımız için –suçlu, suçsuz, masum, günahkar içeri tıkılan vatandaşlarını bir kenara bırakalım-; yurttaşlarının öldürülmesi, faillerinin yıllardır meçhul bırakılması, Türklerin can güvenliğinin tehlikede olması gibi gerçekler haber niteliğini dahi haiz değildirler. Seri cinayetler vasıtasıyla 7 Türk’ün 3000 Avro ettiğini öğrenmiş olduk. Evet, ben öğrendim çünkü bu cinayetlerden beşinin işlendiği vilayette yaşıyorum. Siz de bu yazıyla öğrenmiş oldunuz. Şimdi hepimizin kafasını meşgul eden soruyu yöneltelim, Marco davasında kılıç kalkan yurdumuzun itibarını koruma, onurunu savunma cehdine düşen medya erlerine: Neden Almanya’daki vatandaşlarınızla ilgilenmiyorsunuz?
(dunyabulteni.net sitesinde yayinlanmistir)
İlk Yorumu Siz Yapın