Liberal devletin bir ahlak muhtevası yoktur. Devlet çeşitli partilerin iştihasına terkedilmiştir, bu partiler de özel menfaatlerinin emrindedir. Partilerin yegane hedefi iktidar olmaktır. İktidara, yani amaca ulaşmak için de her vasıta meşrudur. Kirli anlaşmalar yapılır, entrikalar çevrilir; bir taraftan da halkın gözüne şeffaflık perdesi indirilir; kulağına adalet, erdem, doğruluk ve dürüstlük gibi kelimeler fısıldanır. İşte bunun adı propagandadır…
Propagandanın muhatabı olan halk bir insan kümesi değil, bir sürüdür. Sürünün beyni yoktur, en fazla kalbi vardır. Kalabalığın hisleri gayet basittir. Bir meselenin ya lehindedir ya da aleyhinde. Ortalama çözüm yolları akıl sahipleri içindir ve onlar yok sayılacak kadar azınlıktadır.
Kalabalık için tarafsızlık düpedüz zayıflıktır. “Bitaraf olan bertaraf olur” … Bu kadar erzel bir darb-ı mesel’i ne Amerika’da bulabilirsiniz, ne Afrika’da. Bu cevheri bizim soyumuz yumurtlamıştır ve “sürünün dışında kalanı kurt kapar” senaryosuna bir miktar yaşanmışlık katmak için kurtlarla gizli anlaşmalar imzalanmıştır. Kurtlara yem olma düşüncesi zihni işgal edince, önce bütün bireysel doğruları kovalar, sonra da mukallidliğe zemin hazırlar.
Mukallidler için tek doğru çobanın doğrusudur. Mukallid’in kendi doğrusu, hakikati, ideali, prensipleri yoktur. Onun gibi görünmeyene ve düşünmeyene, yani onu taklid etmeyene de düşmandır. Çobanefendiden gelmeyen her yenilik, her farklı fikir sürünün bekasına karşı açılmış bir savaştır. İçinde bol miktarda; birlik, beraberlik, huzur, dava, dayanışma, diyalog, uzlaşma gibi kelimeler geçen; saf aklın güneşine tutulunca eriyen, balmumundan hakikatlerle süslenmiş nasihatlerle uyuşturulur kafalar.
Oysa bütün bu oyunları, yalanları, çevrilen dolapları anlamak için sürünün dışına çıkmak gerekir. Himalaya yakından bakanlar için sadece bir tepedir. Ülkenin gerçeklerine, acılarına, problemlerine vakıf olabilmek için ondan uzaklaşmak, tartışmaların ve fani dayanışmaların dışında kalmak, bütün telkinlere kulakları tıkamak ve daha çok kendin, yalnızca kendin olmak gerekir.
Çok derin bir iç savaş yaşanıyor yurdumda. Gücü eline geçiren on yıl öncesinin mağdur ve mazlumları intikam duygularıyla sarmaş dolaş, işlenen büyük cinayetlerin en azından sessiz şahitleri olmakta beis görmüyorlar. Tahrif edilmiş ve ahlaki ilkeleri tamamen unutulmuş bir dinin etik hükümleri de, adil bir davranış ve ilkeli bir duruş biçimi geliştirebilmeleri için yardımcı olamıyor onlara. Evleri basılan, bağlandıkları müçtehidin eserleri gözlerinin önünde yakılan, okudukları kitaplara el konulan insanlar, bir başka mağdur kitlenin iktidara taşınan temsilcileriyle birlikte hareket ederek, yaptıkları yanlışları ifşa edenlere akla hayale gelmedik tuzaklar hazırlıyorlar. Gazeteciler kovuluyor, kitap yazanlar yargılanıyor, pergeli bozuk bir ahlak anlayışıyla çizilen şablona “kral çıplak” diyen hemen her dilin sahibi; arkası doldurulmamış ithamlarla sığdırılıp toptan imha ediliyor.
Cılız bir muhalefet, “köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyeceksin” riyakarlığı, muazzam bir bilgi kirliliği, siyah ve beyazdan müteşekkil hakikat tasavvuru ülkeyi hızla sivil dikta sarmalına sürüklüyor. Her türlü üsaresini, hayat cevherini çoktan kaybetmiş bir müstahase haline gelen sol muhalefet kayıplarının muhasebesini yapmaktan aciz. Sağ; dinsel motiflerle harmanlanmış kadim bir kültürel mirası kaim kılmaya çalışırken, modern çatışmaların ortasında buluyor kendini .
Açılım politikaları bu çatışmalara hal çaresi arama gayreti miydi yoksa bir kaçış mı? Başörtüsü yasağına fiilen serbestlik getirildi diye toplumda kopan sevinç furyası ve alkış tufanı ortasında durup “nasıl oldu da 25 yıllık maziye sahip bir mesele bir günde çözüldü?“ diye soramayacak kadar balık hafızalı, alık insanlar mıyız biz gerçekten? Ortalarda dolaşan barış ve uzlaşı çağrılarına neden hep PKK, Ermeni meselesi, anadilde eğitim gibi meseleler tartışılarak cevaplar aranıyor da, zorunlu din dersi dayatması zikredilmiyor? Aslında ülkedeki tüm farklı dinleri temsil mecburiyeti olan Diyanet müessesinin mevcudiyeti ve işlerliği ve hatta gerekliliği neden hiç bu tartışmalara tema olamıyor? Televizyonlarda sürgit devam eden münakaşaların, münazaraların konularını hangi güç tayin ediyor ve gündem nasıl bu kadar profesyonelce evirilip çeviriliyor?
Bir “bitaraf” olarak, bertaraf edilme tehditlerini kulak ardı ederek bütün bu soruları sormaya devam edebilecek miyiz?
İlk Yorumu Siz Yapın