"Enter"a basıp içeriğe geçin

Konumuz “İnfak” (1)

Yıllar önceydi. Aklımın kıpırdamaya başladığı yıllar… Kafalarını omuzlarının üzerinde taşıyan insanlar arasında, bütün bedenini kafasının üzerinde taşıyan mahluklardan biri olmaya aday olduğum yıllar… Kışkırtıcı sorularla boğuşuyorum henüz. Cevaplarını merak ettiğim ancak yanlış yerlerde aradığım sorularla…

Mütedeyyin, mütesettir ve müreffeh bir hanım ablamız, göğsünü kabarta kabarta, evine gelen temizlikçi kadına yaptığı yardımlardan bahsediyordu. Adrenali gösteren bir ibre gibi hareket eden, bir alçalıp bir yükselen kollardaki altın bileziklerin çıkardığı şıngırtıların eşliğinde anlatılan heyecanlı hikayeyi dinledikçe kendimden geçiyor, sözünü kesmemek için adeta dişlerimle dudaklarımı dilimliyordum.

Derken, birden sustu ablamız. Çok kısa süren bir sessizlikten sonra kaldığı yerden devam etti konuşmaya;

‘Ama birgün… Benim bu kadar yardım ettiğim, kol kanat gerdiğim kadın ne dedi biliyor musunuz?’

Bütün bayanlar susmuş, aman kirpiklerimiz kırpılmasın diye gözlerimizi sonuna kadar açmış, bakışlarımızla „ne dedi?“ sorusunu yöneltiyorduk. Ablamız derinnnn bir „acıların kadını“ nefesini içine çekip, gürültülü bir hırıltıyla bıraktıktan sonra, buram buram nedamet kokan bir tınıyı da sesine yapıştırarak yaşadığı yıkımın nedenini orta yere atıverdi:

‘Meğerse şekerim bu kadın, bu kadın varya bu kadın… Bu kadın televizyon almak için para biriktirirmiş de, benim haberim yokmuş. Ayol senin neyine televizyon? Sen önce entarinin yırtığına vuracak yama bul. Ay nasıl sinirlendim anlatamam, nasıl sinirlendim! Ay kendimi nasıl enayi hissettim, nasıl kullanılmış hissettim, nasıl zavallı hisettimmmmm, anlatamam.’

Daha fazla engel olamadım kendime ve barajın kapıları açıldı:

Pardon ama sizin televizyonunuz var mı?“ diye sordum. Biraz şaşkın, biraz da tereddütlü „evet var, neden sordun?“ dedi ve aramızda aşağı yukarı şöyle bir diyalog geçti;

„Siz neden televizyon aldınız?“

„Ay ben kim, o kim? Benim param var, pulum var. Hahhhahha, çok alemsin!”

“İstediğiniz için sahip olabildiğiniz bir nesneyi, yoksul bir insanın sahip olamayacağı için istememesi gerektiğini düşünüyorsunuz. Evinizdeki eşyaları düşünün; sahip olabileceğiniz için mi istediniz onları yoksa istediğiniz için mi sahip oldunuz? Eğer bir objeye sahip olmayı istemiyorsak, yeterli alım gücümüz olsa da almayız onu ve bizler yalnızca, isteklerimizi karşılayabilmek için daha fazla paraya sahip olmak isteriz. Bu güce kavuştuğumuz zaman da, sahip olduğumuz herşeyin yalnızca bize ait olduğunu ve biz istediğimiz sürece de mülkümüz olarak kalacaklarını vehmederiz. Onları asla başkalarına yakıştıramayız, başka insanlara layık bulmayız. Kendimize yakıştırabildiğimiz güzellikleri,  o nimetlerden mahrum insanlara yakıştıramayız nedense? Onlar bizimdir, bizim olarak kalmalıdır ve çevremizde hep bizim bu süksemize imrenen bir takım yoksul ve çaresiz insanlar bulunmalıdır ki, egomuz da beslenebilsin. “

Kelimelerin nasıl oluk oluk, dalga dalga boşaldığını, bu kirli cemiyette bir nebze naif kalmayı başarabilmiş bazı hanımların yüreklerini nasıl yıkadığını yüzlerinden okuyabiliyordum. Onlar yıkandıkça, kendi devirdiği çamın altında kaldığını göremeyen, tarafımdan hırpalandığı için canının yandığını düşünen hanım ablamız renkten renge giriyor, kendini savunmaya çalışıyor ancak başarılı olamıyordu.

Niçin bu kadar gerildiğimi, neden sabredemediğimi, hangi güç tarafından bu cidale sürüklendiğimi o zamanlar bilmiyordum. Yıllar sonra inandığım kitaptaki “infak” kavramıyla tanışana kadar da isyanımı bireysel bir ahlaki hassasiyet olarak algılamaya ve o şekilde savunmaya devam ettim. Evet, kainattaki en zengin ülkelerin halkları müslümandı. Garip ama, en fakir ülkelerin halkları da müslümandı ve tek başına bu örnek, İslami konularda büyük yanılgıların yaşandığını haykırıyordu. Bütün bunları hissediyor, sorguluyor ama zihnime dikilmiş taştan heykelleri yıkamadığım ve Kur’an’ı açıp okumadığım için “niçin?” sorusuna makul bir cevap bulamıyor, binbir çeşit ahlaksızlığa müncer eşitsizliklerin hepsinin ilahi iradenin tercihi olduğunu düşünüyordum.

Oysa Allah’ın mukaddes kelimelerinin en vurucu özetiydi “infak”. Cennete götüren yol işaretlerinin birincisiydi “infak”, ki yeryüzünü cennete çevirmenin biricik tarifiydi. İnfak, en çok hoşlandığımız rızıkları, onlara sahip olamayan insanlarla paylaşmak demekti ve kıçımızı hangi elimizle yıkayacağımızı, eşimizle ne zaman birleşeceğimizi bildiren kanun koyucular için büyük bir tehlike arzediyordu. Nitekim, sefaletin ortadan kalktığı bir dünyada onların buyruklarına kulak asan olmayacak, insanlar ilimle , irfanla daha çok meşgul olacaktı. Dahası, soyabilecekleri kimse kalmayacağı gibi, o güne kadar edindikleri serveti de dağıtma zarureti hasıl olacaktı. Derhal infak emrini halı altına süpürüp, gözlerden ve gönüllerden uzaklaştırdılar. Yerini beş şartla ikame ederek, „bu beş şartı yerine getirirsen müslüman olursun“ diyerek konuyla ilgili bütün şek ve şüphelerin kökünü kazıdılar. Aralarında infak, idrak, izan bulunmayan ve bir elin parmaklarını geçmeyen beş şartı yerine getirmek kafiydi müslüman olmak için. Dünyanın en ahlaksız ve zorba adamı olmanız dahi müslüman olarak anılmanıza engel olmayacaktı artık. Artık istediğiniz kadar mal istifleyebilir, istediğiniz kadar insanı sömürebilir, kandırabilir, sahtekarlıklarınızın adını ticaret koyabilir ve müslüman kalmaya devam edebilirdiniz. İnfak diyenler nifak çıkartmakla suçlandılar ama asıl munafıklar Kur’an’dan yükselen sesi susturamadılar. Allah;

“Ey iman edenler, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infak edin. Kendinizin göz yummadan alamıyacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki, şüphesiz Allah, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır.” (2/267)

diyordu.

İhtiyacından fazlasını ayır ve ihtiyaç kadarını ver diyordu. Ferdiyetçilikten, mülkiyetçilikten uzak, tutarlı bir eşitliğin hüküm sürdüğü daha adil bir düzenin şartını ortaya koyuyordu;

“Ve sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: “İhtiyaçtan artakalanı.”  (2/219)

Mutfakta yenisine yer açılsın diye eskisini elden çıkarmak değildi infak. İnfak, eve gelen temizlikçi kadının kızını, oğlumuzu gönderdiğimiz paralı okulda okutmanın adıydı;

„Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz.“ (3/92)

Ve infak bir hegemonya aracı olarak kullanılmaması gereken, yapıldıktan sonra derhal unutulması gereken bir hayır şekliydi ki, onu vaaz eden kitaptaki ahlaki kriterlerden hemen hiçbirini müslüman ahalimizin hal ve harektelerinde görmek mümkün değildi ;

„Mallarını ALLAH yolunda infak edenler, sonra infak ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve eziyet vermeyenlerin ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. „(2/262)

İnfak İslam’ın saklanan cevherlerinden biriydi ve hükmünü geçersiz kılmak adına yapılan bütün ittifakları tek çelmede yerle yeksan edecek kadar berrak ve kesin bir emirdi.

İnfak konusundan başlayarak, İslam’ın saklanan cevherlerini faş etmeye devam edeceğiz.

Evet, konumuz „infak“…

2 Yorum

  1. mehmet baki mehmet baki

    yazıyı okuyunca aklıma hazret-i Ali (r.a.) efendimize malının ne kadarını zekata ayırması gerektiğini soran adamın hali geldi. hazret-i Ali suale şöyle cevab vermiş: “sana göre mi bana göre mi?” adam ise: “bu işin sana göresi bana göresi mi var?” demiş. hazret-i Ali (r.a.) de: “sana göre kırkta biri bana göre hepsi” demiş…

    bence zekat meselesinde hazret-i Ali (r.a.) efendimizin bu ifadesi “infak”a çatanlara verilecek bir cevabtır. farz olan da böyleyse olmayan da nasıldırın cevabıdır!…

    sağol abla!..

  2. koyuncu koyuncu

    R.İhsan Beyin yazılarını okurken ulaştım bu sayfalara. Böyle güzel insanların güzel ürünleri ile karşılaşmak sevindiriyor beni. Yazınız çok güzel olmuş. Aynım kanaatlerim paylaşmak istediğimi belirtmek istdim. Böyle düşünen insanların düşüncelerinin yaygınlaşması dileğiyle.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir