Karakterimize içinde doğduğumuz, büyüdüğümüz toplum şekil veriyor. Kaderimizi de bu kalabalık çiziyor, irademizi de o teslim alıyor. Asla özgür değiliz… Üzerinde filizlendiği toprakların iklimine uyum sağlayamayan çiçeklerin ömrü kısa oluyor. Buna mukabil, bazı bitkiler yaşamak için büyük bir direnç gösterip hayatta kalmayı başarırlar. Hatta bunların arasında öyleleri vardır ki, biyolojilerine uygun atmosferlerde yetişen hemcinslerini tepeden aşağı süzer ve burun kıvırırlar. „En ulu çınarlar fırtınalı diyarlarda yetişir“ sözü işte bu acı patlıcanlar için söylenmiştir…
Aslında biliyorum sevgili okuyucu, benden seni anlatan yazılar bekliyorsun. Seni mutlu etmeliyim, sevindirmeliyim, yüreğine tercüman olmalıyım, seni senin istediğin gibi anlatmalıyım. Bunları yapmaz da aklının iplerini germeye kalkışırsam yazılarımı „yorumlamak“ yerine beni „yorar“sın, anlıyorum. Ama sen hiç yorulmaya gelmezsin biliyorum. Seni düşünmeye sevketmek seni yormaktır. Nelerden bahsettiğim, hangi çiçeklerden bal devşirdiğim, kaç kere öldüğüm ve kaç kere dirildiğim umurunda değildir. En azından senin hoşuna gidecek birşeyler söylemeliyim. Yazdıklarımı anladığın zaman, hoşlanmayacaksındır büyük bir ihtimalle. Aslında, yazdıklarımı anlaman da çok büyük bir önem arzetmiyor, değil mi? Anlamak, yorucu bir eylemdir. Anlama zorunluluğu hissettiğin an bütün büyü bozulur. İşte tam da bu yüzden, dünyanın en çok dinlenen iki hatibi de kuş beyinlidir; bülbül ve kanarya…
Ama bütün bunlardan ne kadar eminsem, sana uyum sağladığım zaman tarihsiz kalacağımdan da o kadar eminim. İnsan çevresiyle barış içinde yaşadığı zaman tarihsizleşir. Tarih çekişmelerin toplu hikayesidir; fertle cemiyetin çekişmesi. Tarih; kavgadır, gürültüdür, samatadır. Seninle kaynaşırsak terakki yok olur. Gerçi bu güzel sitede hüsnünü teşhir eden bir sürü güzel kalem, boşuna ilgi ve alaka beklerken, bu derme çatma satırlarımın okuyucu beklemesi gülünç. İnsan kendisi için de yazamıyor tabi… Kendin için yazmak aynada suratına bakmak kadar aptalca. Ne yazık ki, sana ihtiyacım var okuyucu ve bu mütevazı köşemden sana, düşündüğün „seni“ değil, aynaya yansıyan cemalini aktarmak zorundayım. Sendeki seni değil sevgili okuyucu, bendeki seni anlatmakla vazifeliyim.
Evet yine canını sıkacağım okuyucu. Çünkü senin mermerden tabularının “ötekilerin” elinde nasıl bir koza dönüştüklerini müşahade ediyorum. Uğur Dündar ekranlardan “Benim eşim benimle evlendikten sonra hiçbir zaman yalnız yurt dışına çıkmamıştır. Brezilya’ya ise hiç gitmemiştir. Bu bir namus meselesidir” diye gürlediği zaman bir yumruk gelip boğazıma oturuyor. Birilerinin bizleri nasıl bir öfkeyle muhafazakar noktalarımızdan dipçiklediğini görüyor ve üzülüyorum. Bir sürü “soru” kuyruğa giriyor. Bu soruların muhatapları, kelli felli adamlar cevapsız kalıyorlar. Cevapsız ve çaresiz. “Eşimin Brezilya’ya yalnız gitmesi, gittiğini ve niçin gittiğini bildiğim takdirde hiç sorun teşkil etmez” diye cevap verilemiyor Uğur Dündar’a. “Niçin verilemiyor?” sorusu giriyor sıraya. Çok acı, cevap var ve bu cevabın mesnedini bulamadığım için acı çekiyorum. Üstelik asırlardır aynı acıyı çektiğimi farkediyorum, hiç hissettirmeden.
Kendi oylarımızla iktidara getirdiğimiz ve eşlerinin bizleri, muhafazakar kadınları temsil edeceklerini düşündüğümüz liderler, yakalarındaki rozet gibi taşıyorlar hanımlarını yanlarında. İcraatlarıyla ve bireysel yaşantılarıyla bizlere,”başınızın örtüsüyle okuyun ama çalışmayın. Oturun evinizde ve akşam eve dönüşümüzü bekleyin ya da girin kolumuza sizi caprice otelde tatile götürelim. Aman ha gölgemizden uzaklaşmayın, bu bir namus meselesidir” mesajını veren bir iktidardan Dündar’a umduğum cevabı vermesini beklemek çok naif bir yaklaşım ama en azından “bunun namusla alakası nedir?” diye sorulması lazımdı. Bu sorunun sorulup, yüreklerimizin serinletilmesi lazımdı.
Sormak istiyorum, cevap alamayacağımı bile bile… Bizim liderlerimizin çok muhterem eşleri günlerini nasıl geçirirler sahi? Bakmak ve büyütmekle yükümlü oldukları çocukları yok. Bildiğim kadarıyla çocukların hepsi başlarının çaresine bakacak ve kendilerini idare edecek yaşa gelmişler. Kimse bana evde çamaşır, bulaşık yıkadıklarını söylemesin sakın. Bırakın lider eşlerini, aziz yurdumda artık kapıcı hanımları dahi evlerine temizlikçi çağırıyorlar. Benim memleketimde hanımlara özel bir kahve kültürü de olmadığına göre, ne yaparlar bütün gün bu mütesettir ama bir hayli alımlı, albenili hatunlar evlerinde? Hiç, “Cumhurbaşkanının, Başbakanın, falanca bakanın, filanca başkanın hanımı“ olarak anılmaktan sıkılmazlar mı? Niçin eşlerinin refakatinden bunalmazlar, neden tek başlarına sokağa çıkmazlar veya çıkamazlar?
Müslüman bir bayan olarak, beni temsil(!) ettiğini düşündüğüm -ve içten içe üzüldüğüm- bu hanımlardan birini tek başına, Güney Doğu’da aileleri tarafından okula gönderilmeyen kız çocuklarını ellerinden tutup okula götürürken görmek istiyorum. Küresel ısınmayla, çevre kirliliğiyle, lösemili çocuklarla, Aids hastalığıyla ilgili sempozyumlarda, can kulağıyla uzmanları dinlerken, not alırken, soru sorarken görmek istiyorum onları. Kitap okurken, yazarlarla sohbet ederken, hayat kadınlarına el uzatırken görmek istiyorum. Bu bayanlardan birinin büyük bir yüreklilik göstererek Brezilya’ya yalnız gittiğini ve sokak çocukları gibi ortak bir derdi paylaştığımız bu ülkeyle „sokak çocuklarının rehabilitasyonu“ konusunda müşterek bir çalışma başlattığını hayal ediyor ve büyüleniyorum. En azından birinin çıkıp „Sayın Dündar neden eşinize güvenmiyorsunuz?“ diye sorabilmesini ve ardından Sudanlı kadınlarla buluşmak üzere hava alanına hareket etmesini istiyorum…
Çok şey istiyorum ama hepsinden daha çok; kadının erkeğinin bir organı olduğuna dair anlayışın İsraili bir zihniyetin ürünü olduğunun, müslüman kadının böyle bir muameleye tabi tutulamayacağının anlaşılmasını, kavranılmasını istiyorum ve susuyorum. Susuyorum çünkü, Ali Şeriati özetliyor bütün derdimi;
„Fatıma Hz. Muhammed’in kızıdır. Fatıma Hz. Ali’nin eşidir. Fatıma Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in annesidir. Tüm bunların hepsi gerçektir ve fakat hepsi de yanlıştır: Fatıma Fatıma’dır”…
(Timeturk.com sitesinde yayınlanmıştır)
İlk Yorumu Siz Yapın