Amerikalı yazar ve kumarbaz Wilson Mizner müthiş bir tesbitte bulunmuş: Bir tek yazardan çalarsan düpedüz hırsızlıktır, ama birçok yazardan çalarsan, bunun adı araştırmadır… Buna göre:
Bir kitaptan yapılan aşırma: intihal
İki kitaptan yapılan aşırma: deneme
Üç kitaptan yapılan aşırma: derleme
Dört kitaptan yapılan aşırma: araştırma
adını alıyor…
Bugünlerde Alman edebiyat dünyası bizi de yakından ilgilendiren bir intihal iddiasıyla çalkalanıyor. Bizi de yakından ilgilendiriyor dedim, çünkü müntahillikle suçlanan isim Almanya’da yaşayan Türk okurların yakından tanıdığı ve hoşlandığı bir kalem: Feridun Zaimoğlu. Zaimoğlu, Türk-Alman sentezli dili, kabına sığmayan karakteri, kâh tırmalayıcı, kâh yüz kızartıcı üslubuyla Almanyalı Türklerin isyankâr sesi olmuş ve hatta Almanya’daki Türklerin Malcolm X’i payesiyle şereflendirilmiş bir kalem. Böyle bir ismin, edebiyat eleştirmenleri tarafından piyasaya çıkar çıkmaz coşkuyla alkışlanan ve Zaimoğlu’nun en güzel eseri diye sunulan son kitabı ‚ ‘Leyla’, geçtiğimiz haftalarda adını vermek istemeyen bir Alman dil bilimcisi ve edebiyatçısının iddiasıyla tatsız bir şaibeye büründürüldü. İddiaya göre Feridun Zaimoğlu’nun ‘Leyla’ isimli kitabı, Emine Sevgi Özdamar’ın ‘Hayat İki Kapılı Bir Kervansaray; Birinden Giriyor, Diğerinden Çıkıyorum’ serlevhalı eserinin karbon kâğıt altında kalan nüshası. Alman dil bilimcisi, 160 tane birbirine benzer motif buldum diyor. Örneğin, her iki romanın kahramanı da Anadolu’da yaşayan Malatyalı bir genç kız. Kahramanlar her iki kitapta da sadist bir baba tarafından zulme uğruyorlar. İşkenceye dayanamayan kızlar, iki kitapta da kurtuluşu Almanya’nın merhametli(!) kollarına sığınmakta buluyorlar. İki kitapta da, olayın geçtiği mekânlara dair yapılan tasvirlerde yer minderlerinde oturan insanlara, meyve ağaçları altında oynayan çocuklara, çamaşır yıkayan, ütü yapan genç kızlara rastlanıyor.
Bunların hepsi tesadüf olabilir; nitekim Avrupalı okurun psikolojisini iyi bilen, gözlem kabiliyeti olan ve iki kelimeyi bir araya getirebilen Arap asıllı ya da Doğulu yazarların otobiyografilerinde ya da feminist bir kimliğe sahip Alman edebiyatçıların derlemelerinde artık klişeleşmiş karakterlerin hayatlarından nakledilen ortak hikâyeler seslendirilir. Hepsinde Arkaik bir kültürün dayatmaları altında ezilen ve özgürlüğüne düşkün, adalet arayışı içinde olan bir dişi ruhun çırpınışları ana temadır. Esas kızımız dayak yer, zorla evlendirilir, evinden kaçtığı için cezalandırılır, Avrupa’ya kaçar, Avrupa’da yaşıyorsa sığınma evlerinde dramına kulak veren hal aşina, kalem aşina bir muharrir bulur ve çok geçmeden hikâyesi kitap olur. Örnek görmek isteyenler www.amazon.de adresinde bu minvaldeki eserlerin listelerine göz atabilirler.
Müslüman bir aileden gelen her bayan potansiyel bir mağdurdur Avrupalı okurun tasavvurunda. Batılının hareme duyduğu müphem merak, müslüman kadının mahremiyet sınırlarına ulaşan ilgisi ve sonuçta çok satan listelerinde arz-ı endam eden birbirinin aynısı dramatik kitaplar… Ne gariptir ki, konu benzer de olsa, tahayyül ettiği dünyaya yakışmayan, beynindeki şablonlara sığmayıp taşan bir hikâye asla ilgisini çekmez Avrupalının. Batılı algı, okuduğu kitapta tahminlerini destekleyen bir manzara bulursa, egosu tatmin olursa, kitap satar ve yazarı sempati kazanır.
Üniversite eğitimim sırasında Türk kız arkadaşlarımın çoğu yemek pişirmeyi bilmezdi; çünkü aileleri onların eğitimleri için çabalayan fedakâr birer ebeveyndiler. Ailelerinin verdikleri emekten ve gösterdikleri fedakârlıklardan sitayişle bahsederlerdi. Niçin bu kızların menkıbesini anlatan ve böylece bir nebze olsun Avrupalının kafasındaki tipik Türk ailesi imajına tekme atan bir tane kitap yok? Yok, çünkü böyle bir kitap satmaz. Üniversite eğitimini olması gerektiği sürede bitirip, hayata atılamadığı için ebeveynleri tarafından maddi destekten mahrum bırakılmış Alman kızlar da tanıdım. Bizzat Alman televizyonlarındaki “Talk Show”larda, 18 yaşına geldiği ve hala bir meslek sahibi olamadığı için kendisine babasının bahçedeki köpek kulübesini gösterdiğini anlatan Alman gençler vardır. Onların da dertlerine sahip çıkan ve çok satanlar listesinde yer bulan tek bir kitaba rastlayamazsınız. Bu sübjektif anlayışa hizmet eden kitapların kaleme alınmalarının nedeni çok trajiktir: ticari endişeler ve şöhret sevdası.
Zaimoğlu bu ilk edebi romanında ticari kaygıları bir kenara bırakıp, kendisine yakıştırılan sıfatın (Malcolm X) hakkını vermek gibi asil bir misyonu göğüslemeye çalışsaydı, hem bizleri arkasında bulacak, hem de böyle bir suçlamaya maruz kalmayacaktı. Kalmayacaktı, çünkü o, medeni ama aynı zamanda kültürüne bağlı gurbetçi bir Türk ailenin, evladını zirvelere taşıyabilmek için gösterdiği inanılmaz eforu anlatan ilk kitabın da müellifi olacaktı. Ne yazık ki, Muhsin Omurca’nın gurbetçi Türk kültür ve mantalitesini mizahın sırtına bindirip striptiz yaptırması gibi, Batılı zihinlerin “Orient” konusundaki yerleşik önyargılarını yeniden haklı çıkaran enstantaneler zincirine yeni bir halka eklemeyi ve bu uğurda edebiyatı kurban etmeyi tercih etti. Bu yaptığı talihsiz tercih, onun da diğer Almanca yazan Türk yazarlardan hiçbir farkı olmadığını tescilledi.
Gelelim asıl meseleye: Zaimoğlu’nun kitabı gerçekten bir kopya mıdır? Zaimoğlu “Hayır” diyor, “Ben annemin hayatını anlattım. Annemin konuştuklarını teybe kaydettim, isteyene dinletirim” . Die Zeit gazetesinde önceki gün yayımlanan bir yazıda Zaimoğlu’nun savunmalarına yer veriliyor. “İftira masum insanlara da yapışıp kalan bir leke gibidir” diye başlayan ve Zaimoğlu ile gerçekleştirilen bir söyleşiyi anlatan Hilal Sezgin imzalı yazıda Zaimoğlu, iki kitapta da geçtiği söylenen benzerliklerin kendisini de şaşkınlığa düşürdüğünü söylüyor. Emine Sevgi Özdamar’ın kitaplarının hiçbirini okumadığını, kitapları okumak üzere yeni ısmarladığını ve henüz eline ulaşmadığını tekrar tekrar belirten yazarın masumiyetine inanmak istiyoruz ama aynı yazıda Zaimoğlu, Özdamar’ın tarzını beğendiğini, kendisini takdir ettiğini, hatta “Kanak Dili” kitabında Özdamar’ın “Ana Dili” kitabı hakkında espri yaptığını itiraf ederek tuhaf bir çelişkiye düşüyor. Hiç okumadığını söylediği bir kitabı, kendi kitabında nasıl espri malzemesi yapabildiği sorusunun cevabı da karanlıkta bırakılıyor. Olay, iki yazarın avukatları aracılığıyla mahkemeye intikal ettiği için, bu konuda çok fazla söz sarf etmek hem sakıncalı olur, hem de yakışık almaz. Ama çok iyi bildiğimiz ve yazmakta bir beis görmediğimiz bir başka hakikat var: halkalardan birinin diğerine benzemesi çok tabiidir; zira hepsi aynı zinciri tamamlamak gayesiyle sırt sırta vermişlerdir.
Leyla’nın, Emine’nin fotokopisi olması değil, birbirinin çoğaltılmış nüshaları gibi duran kitapları okumaktan bıkmayan Avrupalı okurun muhayyilesi ve bu muhayyileyi palazlarken insanına hizmet ettiğini düşünen yazarlarımızın sığlığı beni şaşırtıyor. Şahsen, Zaimoğlu’nun kendi kitabından sadece 14 yıl önce basılmış bir otobiyografiden imgeler, resimler aparacak kadar malzeme fakiri; dahası, bu şekilde eserini, karizmasını ve şöhretini riske atacak kadar aptal olmadığını düşünüyorum. Ama bunun yanında, onun, bir Malcolm X olamayacak kadar yerleşik beğeniye hitap etmeyi gaye edinmiş yazarlar sürüsünden bir yazar olduğuna kaniyim. Röportajlarında beyan ettiği kadarıyla kâfi derecede zengin olduğunu biliyoruz. O halde, kendisine biraz daha idealist olabilmek namına gayret göstermesini salık vermemizde hiçbir sakınca olmamalı…
İlk Yorumu Siz Yapın