İnsanlık tarihinde hiçbir problem büsbütün yeni değil. 1918’den sonra şiddet; Avrupa’da ve Asya’da kısmen meşruiyet kazandı. Bugün Terörizm’in ve Anarşizm’in tarihinden söz edebiliyorsak, bu durum sağlanan kısmi meşruiyetin esaslı bir sonucudur belki de. 1918’den sonra cinayetler cinayetleri davet etti ve şiddet zincirleme bir kan davası gibi, kanlı mirasını günümüze kadar taşıdı.
Şiddete ve tabii Teröre, müstakâr bir siyasi yönetim biçimi imiş gibi, sadece Marksistler değil, Burjuva yazarlar da sarılmışlar. Tarihteki şöhretini Engels’in kendisi hakkında getirdiği şiddetli tenkidlere borçlu olan Duhring için Terör, vazgeçilemeyecek bir muharrik gücüdür. Güçlünün zayıfı ezmesinin sınıfların ve devletin doğmasına zemin hazırlayacağını savunan Duhring ve Gumplowicz gibi burjuva yazarlar yüzyılımızın şiddet ve hile medeniyeti olarak anılmasını sağlamakla kalmamış, kanlı dünyanın temellerini de atmışlar. Buna rağmen Marksistlerin, Şiddet doktrinlerinin pratikteki izdüşümlerinin anlı şanlı sahipleri oldukları inkar edilemez. Burjuva yazar işin teorisini ve taslağını hazırlamış, Marksist devrimci ise fiiliyata dökmüştür.
Şiddet doktrinlerinin tarihteki öncülerinden biri Saint Just… Saint Just, Kral XVI. Louis’in mahkemesi sırasında şöyle diyordu, “Terör sadece kurulan teritoryaya ait olmayan şeyin kovuşturulup yok edilmesi demektir. Bu despotik geliyorsa kulağa, o zaman Robespierre’in zarif değişiyle o, ‘tiranlığa karşı hürriyetin despotizmi’dir”.
Saint Just’un birlikte giyotine gittiği fikirdaşı ve arkadaşı Maximillien Robespierre’in hayatı ise çelişkilerle dolu. Din düşmanlığını ideolojisinin merkezine oturtan bu azılı katilin eseri olan büyük terör döneminde, günlük giyotine gönderilen insan sayısının 800’e çıktığını yazıyor tarih kitapları. İdam cezası vermekten yıldığı için hakimlik mesleğinden istifa eden bu garip şahsiyet, tarihin en kanlı tedhiş eylemlerini örgütleyen isimlerden biri oldu. Robespierre’nin her Türk vatandaşını yakından ilgilendirmesi gereken bir özelliği var. Giyotinin tarihteki mucidi olarak gösterilen ve Fransa’daki Terör döneminin önderi sayılan Robespierre, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ideolojisinde derin izler bırakmış bir adam. Atatürk’ün Robespierre’nin siyasi zihniyetiyle olan yakın ilişkisi, her ikisinin de Rousseau hayranlığına bağlanır.
Ergenekon terör örgütüne mensup simaların Rousseau’yu ya da Robespierre’yi tanıdıklarını sanmıyorum. Hatta, Atatürk’e dahi yabancı oldukları aşikar. Güngören’de “günümüzü gösteren” vahşiler eğer Ergenekon’un piyonları iseler, Ergenekoncuların Terörist oldukları iddiası şüpheyle karşılanmalıdır, zira Terörizm bir metodun dayandığı teoridir. Bu teoriye dayanarak gerçekleştirdiği eylemlerde Terörist, hedef aldığı kitlenin veya kişilerin hayatı kadar kendi hayatını da sıfırlar. Çatışmadan korkmaz, kaçmaz… Terörist tehdit etmez, öldürür ve öldürülür. Canlara kıyarken, ortalığı kana bularken yıkanmış beynindeki ideolojik kırıntılara uygun hareket ettiğine bütün varlığıyla iman etmiştir. Tutuklanıp mahkemeye çıkarıldığında da kendisini savunmaktan ziyade, mensubu olduğu doktrini haklı çıkarmaya çalışır. Terörist, cana kıymış olmak için cinayet işleyen adam değil, hayatını ortaya koyarak, davasını şiddet vasıtasıyla savunan adam…
Bu yönleriyle Terörist, Anarşistlerle çok defa karıştırılıp aynı kapta harmanlanmış. Anarşist, bütün yönetim biçimlerine, kanun ve kurallara kafa tutarken; Terörist belli bir grubun, örgütün, sistemin, düzenin, ideolojinin piyonu… 1888’de İspanyol anarşistleri, Valence’deki bir toplantıda şöyle diyorlardı: “Toplum boyun eğerse ne âlâ. Cana kıymamıza lüzum kalmaz. Karşı koymakta direnirlerse, şerrin ve rezaletin kökünü kazımak lâzım, ama hepimiz ölecekmişiz, ölelim”. Anarşist için olduğu kadar, Terörist için de öldürmek ve öldürülmek kabule şayan ve hatta sevimli. Burada esas olan, mesajı doğru vermek ve hayatı riske atabilmek.
Güngören’de ülkeyi bir ‘Menderes Çıkmazı’na sokmak isteyenlerin verdikleri mesaj sadece katliamın işlendiği mekânda saklı. Metod ne Anarşist ne de Terörist bir metoda benziyor. Dava belirsiz, eylem haince değil, hainlikten çok daha öte. Çatışmaya girecek, hayatını ortaya koyacak yürekten yoksun bu canilere ‘Terörist’ demek onlara iltifat etmek olur. Hamile bir kadını, üç yaşındaki bir bebeği hedef yapan ve burunlarının kanamasından ürkerek, koşa koşa meydandan arazi olan bu kepazeler ancak sinsi ve ödlek katiller olarak isimlendirilebilirler. Bir an önce yakalanıp içeri tıkılmaları sorunu çözer mi dersiniz?
Terörizmden çok canı yandığı için meseleyi literatüründe enine boyuna inceleyen ülkelerden biri olan İtalya’da kurulan “İtalyan Ceza Okulu”nun temsilcilerinden Sighele, “Örgüt Psikoloji” isimli kitabının girişinde şöyle yazmıştı:
İranlı Mektupları’nın sevimli kahramanı Rica, Paris’e gelince tımarhaneleri görür, şöyle anlatır izlenimlerini: “Dışarıdakiler kendini akıllı sansın diye, üç beş mecnunun içine tıkıldığı evler”.
Bu benzetmeyi hapishaneler için yapmıştı Üstad Cemil Meriç: “Dışarıdakiler kendini namuslu sansın diye üç beş haytanın içine tıkıldığı binalar”. Ergenekon soruşturmaları çerçevesinde bu büyük suçlu ordusunun elebaşları gerçekten başlarını ele vermişler midir? Yoksa karşımızda efsanelerde geçen kırk başlı bir ejderha mı var? Zaman gösterecek….
(Timeturk.com sitesinde yayınlanmıştır)
İlk Yorumu Siz Yapın