Bilinen bir hikayedir… Savaş mağlubu İspanya kralı, aç gözlülüğüyle meşhur
Fransız general Napolyon’a kızgındır. “Siz para için savaşırsınız. Biz
ise onurumuz için!” diye generali tersler. Napolyon’un cevabı ağır, bir
o kadar da doğrudur:
“Neyin eksikse onun için savaşırsın.”
Hiç şüphesiz bir ülkenin başka bir ülkeyi işgalinde sayısız menfaat
arayışları gizlidir. İşgalci ülke yönettiği topraklarda var olmayan değerler,
hazineler, hikmetler bulmuştur ve onlara sahip olma tutkusuyla saldırmıştır. Bir
bölgede tarım ve hayvancılıkta kaydedilen ilerleme; iklim şartlarına olduğu
kadar, bu alandaki teknik birikime de bağlıdır. Tarihte güneşi ve suyu bol
coğrafyalardaki kültürel gelişim de tarımla doğru orantılıdır.
Anadolu hem bu nedenlerle hem de bir geçiş noktası olmasından dolayı hiç
rahat bırakılmamış, verimli toprakları sık sık kanla sulanmış. Diğer taraftan,
büyük bilgelerin yurdu olan bu ulu coğrafya, eşiğine adım atan herkesi
misafirperver bir yücelikle kucaklamış ve kendisine benzetmiş. Tüm hain
hesaplarına, alavere dalaverelerine ve komplekslerine rağmen patriyarkal
Hellenler dahi matriyarkal Anadolu’nun illüzyonuna karşı koyamamış, farkında
olmadan Anadolulu olmuşlar.
Buna rağmen tarih ve mitoloji dikkatle okunduğunda Anadolu’yu işgal ettikten
sonra onu küçümseyen, yok sayan, zorbaca sömüren anlayışın ilk olarak Mikene
mitosunu Hellen ambalajıyla kendisine medeniyet beşiği kılan Grek, yani bugünkü
kapitalist Batı uygarlığı tarafından uygulandığı anlaşılır. Batı’nın kendi
medeniyetini üzerine bina ettiği uygarlık Hellen dahi değildir, Mikene’dir ve bu
talan Truva savaşıyla başlar…
Tüm Batılı kolonyalistler Napolyon kadar açık sözlü de değildir. Batı, bugün
olduğu gibi, insanlık tarihinde de; işlediği cürümleri, cinayetleri, hile hurda
ve işkenceleri makul gösterecek birer kılıf uydurmuş ve ne yazık ki başarılı
olmuş. Truva savaşı için uydurulan gerekçenin adı ‘yasak aşk’,
yani ‘namus’tu. Çağımızda ise bu düzenbazlığın adı;
‘terörle mücadele’dir…
Kolay anlaşılır şeyler yazmadığımı biliyorum. Meseleyi anlamak için
Homeros’un metinlerini dikkatle incelemek ve Batı’nın Doğu karşısında duyduğu
ezikliği hangi yalanlarla Doğulunun bilinç altına iteklediğini görmek lazım. Bir
iki örnekle konuyu daha anlaşılır kılalım…
Hellenistik dönemi ve Anadolu mitolojisini konu alan bütün kitaplar hep bir
ağızdan aynı yalanı tekrarlarlar. Güya Troya kralı Priamos ile Hekabe’nin oğlu
Paris, vaktiyle Sparta’ya yaptığı bir ziyaret sırasında kral Menelaos’un karısı
Helena’yı baştan çıkarmış ve kaçırıp kendi ülkesine getirmiş. Kimilerine göre
ünlü tarihçi, Halikarnas Balıkçısı‘na göre ise tarihin ilk ve en büyük seyyahı
Herodot bu iddia hakkında “tek bir kız için güya Troya’da savaşılırken,
Sidon esir pazarında az buçuk bir parayla her gün yüzlerce güzel kız
satılıyordu” diye kıvrak espriler yapıyor ve Helena’nın o sıralarda
Mısır’da, Mısır valisinin konuğu olduğunu yazıyordu. Ne ilginçtir ki Homeros bu
efsaneyi anlatırken başlarda Paris’i, Helena’yı baştan çıkarmakla suçlar.
Odysseia’nın sonlarına doğru ise güzel kadın mütemadiyen, Akhaların ölümüne
neden olan tehlikeli bir afet-i devran olarak çıkar karşımıza.
Olayın öncesi var tabi…
Deniz tanrıçası Thetis ile Aiakos’un oğlu Peleus evleniyorlarmış. Düğüne
çağrılmayan fitne fesat tanrıçası Eris’in kaşıntıları tutmuş ve üzerinde ‘en
güzele’ yazan bir altın elma yumurtlamış. Yumurtayı, pardon elmayı düğün
sofrasına, kadın tanrıçaların önüne fırlatıp sırra kadem basmış. Hayatlarında
hiç elma görmeyen çeyrek akıllı tanrıçalar, Eris’in tezgahını akıl edememişler.
Koca koca tanrıçalar oyuncaklarını paylaşamayan şımarık veletler gibi bir elma
yüzünden birbirlerine düşmüşler. Sadece hıyanet veya ihanet değil, aynı zamanda
şikayet mercii de olan baba Zeus’a başvurmakta bulmuşlar çareyi. Zeus da
bunları, -artık nereden aklına geldiyse- İda dağının bir gariban çobanı Paris’e
tevdi ederek başından savmış.
Ellerinde altın elma, soluğu Paris’in huzurunda alan tanrıçalar, tek sıra
halinde yan yana dizilmişler. Hera; “beni seçersen seni Asya’nın
imparatoru yaparım. Beni seç beni, beni” demiş ve gerdan kıvırıp hulus
çakmış. Atena; “beni seçersen sana akıl ve şöhret veririm. Beni seç
yiğidim, beni, beni” demiş ve şuh bakışlar fırlatmış. Afrodit ise;
“beni seçersen sana en güzel kadının aşkını bahşederim. Beni seç, beni,
beni” demiş ve ırmak gibi saçlarını savurup gözlerini süzmüş. Asya’nın
imparatoru olmak, kral babası tarafından İda dağlarına dehlenip, koyun ve keçi
sürüleri arasında kendisine doğa dostu bir yaşam kuran eski prense cazip
gelmemiş. Atena’nın akıl ve şöhret vaadi karşısında ise “aklım veya
şöhretim olmasa Zeus sizi bana yollar mıydı be akılsız Atena!” diye
düşünmüş olmalı. Afrodit’e elmayı uzatarak “al şu zımbırtıyı da, kim şu
en güzel kadın, tanıştır beni onunla” demiş. İşte Paris’i Helena’ya,
Akhaları ve Mikenleri ise savaşa sürükleyen asıl neden bu zillilerin, yani
güzellerin(!) kavgasıymış.
Bu olaydan sonra güya Hera ve Atena, Anadolu prensi olan Paris’ten intikam
almak için savaşta Akhalara destek vermişler. Afrodit ise yine aynı nedenle
Truvalıların safına geçmiş. Tuhaf olan ve Hellen mitosunu uyarlayanların
atladığı detay, Truvalılara destek olan Afrodit’in; Paris’in ve Truva’nın
mahvına sebep olacak bir işe, yani Helena ile Paris’in çöpçatanlığına soyunması,
savaştan önce ve savaş boyunca Helana ile Paris’in arasını bulmak için kıvranıp
durmasıdır.
Bir tanrıça bu kadar aptal olabilir mi?
Dahası, Truvalılar bu kadar gafil olup Paris’in uçkuru yüzünden ülkelerinin
elden gitmesine göz yumabilirler mi?
Nitekim bu gerçeği Herodot dile getirerek, “Helena Truva’da olsaydı
her şeyden önce Paris’in kral babası Priamos tarafından kocasına teslim
edilirdi“der. Büyük bir ihtimalle Hellenlerin bu hikayeleri uydururken
veya tahrif ederken detaylar üzerinde düşünecek kadar vakitleri yoktu… Paris’i
günah keçisi ilan ederek kanlı katliamlarına bir gerekçe uydurdular ve Anadolu
dahil tüm dünyayı bu yalanlarla uyuttular.
Homeros’u derleyen ve asırlar sonra Hellenlerin menfaatleri istikametinde
düzenleyenlerin garp kurnazlığı, en fazla Truva savaşına destek veren veya
köstek olan tanrı veya tanrıçaları tasniflerinde göze çarpar. Truvalılarla
alakası olmayan tanrı veya tanrıçaları Truvalılar’ı desteklerken, Anadolu’nun
göbeğinden gelmiş olanları ise Akhalara omuz verirken bulursunuz. Burada çok
komik şaşırtmalar ve kafa karıştırmalar söz konusudur ama çarpıtmalar öyle
amatörce yapılmıştır ki, az biraz dikkatli her lise talebesinin kavrayabileceği
düzeyde basittir.
Örneğin; Afrodit, Zeus ve Dione’nin kızıdır. Zeus’un diğer adı Dion’dur.
Dion’un dişisi ise Dione’dir. Zeus, eğer evlenmişse Hera ile değil, Dione ile
evlenmiş olabilir ama mahiyeti (düşünenler için) gayet malum bir azim ve
gayretle Hellenler; Hera’yı, Zeus’un kucağına iterler. Bu zapt-u rapt izdivaç
bir türlü meyve vermez ve Hera’dan çocuğu olmaz Zeus’un. Homeros da bize Hera
ile Zeus’un kavgasından, hır güründen başka hiçbir şey sunmaz. Koltuk
değnekleriyle yürütülen bu garip evlilik büyük bir ihtimalle uydurma bir
ilişkiydi.
Esmer olduğu belirtilen ve Homeros’un “dana gözlü Hera” diye tarif ettiği
tanrıça Hera, anaerkil kültün hakim olduğu Girit’teki Konossos kentine ait veya
oradaki bir tanrıçanın belli bir biçiminden veya yönünden evrilmiş Minos
ana-tanrıçasıydı.
Grek mitolojisinde Zeus hariç tüm tanrıların isimleri Anadolu kökenlidir.
Zeus ise Yunan panteonun, adının kesinlikle Hint-Avrupa ailesinden geldiği
söylenebilen yegane üyesidir. Diğer tanrılardan çok daha erken dönemlerde
doğduğu da su götürmez. Şu halde; Hera’nın Zeus’un eşi olduğu iddiası bir
düzmeceden başka birşey değildir. Bir Akha tanrısı olan Zeus’un, Hera ile sözde
evliliği de, Ege toplumunun anaerkil yapısının zayıflayıp tahakkümcü ataerkil
yapının işgaline maruz kaldığı geç Mikene dönemine tekabül eder. Bu dönemde tüm
anaerkil söylenceler çarpıtılmış, yeni ataerkil yapıya göre uyarlanmış ve aşağı
yukarı tüm ana tanrıçalar -Hera örneğinde olduğu gibi- şirret, şeytan, akılsız
ve acımasız gibi karakter özellikleriyle rezil rüsva edilmişlerdir.
Diğer tanrıçalardan ayrı olarak Hera’yı incelediğimizde onun çok farklı bir
yönünü görüyoruz. Hera, Mikenlerin bilinç altında Anadolu’yu temsil ediyordu.
Olympuslu tüm tanrılarla kavga ediyor, Zeus’un huzurunu kaçırıyor ve ondan çocuk
yapmıyordu. Daha da ileri gidiyor, Zeus’a ihtiyacı olmadığını göstermek için
kendi kendine çiftleşiyor ve başarılı oluyordu.
Hera’nın kendi kendini hamile bırakarak doğurduğu tek çocuğu olan Hephaistos
da Hellenlerin azizliğine uğramış ve aşağı yukarı tüm Anadolu kökenli tanrılar
gibi çirkin olarak betimlenmiş, Truva savaşında da Akhalara destek verdiği iddia
edilmiştir.
Hellenler çarpıtırlar ama yakıştıramazlar. Anadolu mitosunun o sağlam
dokusunu istedikleri gibi bozamaz; yalpalar, saçmalar ve işin içinden
çıkamadıkları noktaları olduğu gibi bırakırlar. Hephaistos çirkin olduğu için
Hera tarafından sevilmez ve ana – oğlun arasında soğuk rüzgarlar eser. Buna
rağmen Hephaistos her ne hikmetse sık sık Zeus’un şiddetine maruz kalan
annesinin yardımına koşar hep ve sırf annesi Akhaları savunduğu için, Truva
savaşında o da Akhaları savunur.
Uydurmalar bu kadarla kalmaz.
Hephaistos, zanaat tanrısıdır, emekçidir yani. Anası tarafından bile hor
görülür, Zeus tarafından tekmelenir ve kolu bacağı kırılır. Kah Olympos’un
zirvelerinde, kah İda dağlarının eteklerinde işret alemlerinde kafayı bulan,
gece gündüz yan gelip yatan, canları sıkılınca ölümlülerin dünyasına dalan ve
karşılarına çıkan her ahu gözlü dilbere sulanan Hellen tanrılarına, kuş tüyünden
yorganlar döşekler, som altından nektar kadehleri yapacak becerikli bir el
lazımdı.
İşte bu talihsiz ama becerikli tanrının atölyesindeki en yakın yardımcıları
da Kyklops denilen işçilerdir.
Kimdir Kyklops’lar?
Kyklops; yuvarlak, tek gözlü demektir. Hititlerin ilk zamanlarında duvarlar,
yontulmamış devasa taşların birbirlerinin üzerine oturtulmasıyla inşa
ediliyordu. Duvar aralarına yerleştirilen ‘ortastatlar’da dev Hitit rölyefleri
göze çarpıyordu. Hititler, insan resimlerini daha kolay olduğu için profilden
yaparlar, profildeki tek gözü iri ve yuvarlak oyarlardı. Hititli sanatçı
kendisinden 10 bin yıl sonra bile Picasso’nun çizdiği profil resimlerindeki iki
gözü yadırgamayacak bir estetik zekaya kavuşan Batılı zihnin kapasitesini nasıl
kestirsin? Hititler‘den sonra rölyefleri görenler olayı çözemediler ve duvarları
yapanların bu tek gözlü devler olduğuna kanaat getirip bir isim yakıştırdılar;
Kyklops…
Kyklopslar, Hephaistos’un yardımcıları; yani demirin, bakırın, tuncun mucidi
Hititler’dir.
Sahi, Paris tarafından kaçırıldığı iddia edilen dünya güzeli(!) Helena’ya
kayınvalidesi Hekabe nasıl sesleniyordu?
Koro: Kraliçemiz sıra sende. Dilinin büyüsünü boz şunun.
Çocukların için, ülken için ağzının payını ver!
Hekabe, Helena’ya seslenir: İnanılacak şey mi? Tanrıça
Hera, koca Asya‘yı bir yarışma için peşkeş çeker mi? Tanrıça Hera güzellik
yarışına girecek de ne olacak? Kocası Zeus’tan daha iyi bir koca mı bulmak
istiyordu?… (…)
Hayır, oğlum Paris yakışıklıydı. Aşkın gözü kürdür. Onu görünce sen bir
Afrodit oldun, tutkudan deliye döndün.
KENDİ ÜLKENDE SÜRDÜRDÜĞÜN SEFİL YAŞANTIDAN KURTULUP, ANADOLU’DA
VARLIK İÇİNDE YÜZMEK İSTEDİN. Onu kandırdın!
Kaçırıldın ha!
Neden bağırmadın? Bir tek Yunanlı duymamış sesini? Sen ihtirasının peşinden
geldin, ardından da Yunan askerleri….
Oğlumun sarayında kraliçeler gibiydin. Asyalıların önünde diz çökmesi sarhoş
ediyordu seni… Ölen onca Anadolulu yiğit umurunda değil, öyle ki şimdi de
süslenmiş takıp takıştırmış kocanın peşinden gitmeye hazırlanıyorsun…”
(Euripides, Troyalı Kadınlar)
Gelelim bugüne…
Homeros’u derleyenler Helena’nın, Hitit kralı Priamos’un oğluna tutulmasını
onurlarına yedirememiştir.
Ne var bunda diyeceksiniz…
Çok sey var…
Paris, Fransa’nın başkentidir. Truva, Hititlerin’dir ama Londra’nın dörtyüz
yıl önceki adı New Troy’dur. Troy halen Portekiz’de bir kentin adıdır.
Bütün bunları ortadan kaldırırsanız ortada Avrupa kalır mı?
Dahası da vardır; Anadolu hala “Ana“doludur ve anaerkil kültünü ücra
kuytularında yaşatmaya devam etmektedir. Kibele’ye olmasa bile Kıble’ye
dönmektedir. Hitit rahipleri gibi tamamını olmasa da, sünnet diyip ucundan
kestirmektedir.
Truva geçilir mi?
Geçilmez, geçilmeyecek…
İlk Yorumu Siz Yapın