Kapitalist hegemonyanın en ucuz taktiklerinden biri olan “eskisini getir, yenisini götür“ kampanyaları yerini, „yenisini getir, daha yenisini götür“ sloganına terketmişti ki, birden bire bu meşhur kurabiye canavarının tüketici kimliklerin vucud iklimlerini ara sıra hafif hafif dalgalandıran „yardımlaşma“ güdüsünü keşfettiğine şahit olduk.
Hollanda’da bir halı mağazasının başlattığı kampanyanın reklam spotu aynen şöyle; „eskisini bağışla, yenisini götür“ …
„Eski halınızı muhtaç insanlara verelim, siz yenisini alın götürün“ diyorlar; şefkat, merhamet abidesi halı tüccarlarımız ve bütün hayır sever, yardım eder, alış verişe ise bitim bitim biter insan tiplerini mağazalarına davet ediyorlar.
„Ne incelik, ne büyük bir civanmertlik, bu nasıl bir diğergamlık!“ diye iç çekiyor bazı tüketim çılgını şaşkın bünyeler, yaşaran gözlerini Pierre Cardin damgalı mendilleriyle kurulayarak şükürlerini eda ederken. Kapitalizmin bu son icadının patentinin bir müslüman Türk’e ait olması ise dehşetengiz bir ironi olarak duruyor orta yerde.
Büyüksün patron!
Bazen dünyayı bir anda cennete çevirmenin hiç de sanıldığı kadar zor olmadığını düşünüyorum.
Bir gün, evet sadece bir gün için, dünyanın tüm zenginleri ile yoksulları yer değiştirse diyorum.
Rengi kaçmış, püskülleri sararmıs, gezdirmeye üşendiği evcil köpeğinin orasına burasına işeyerek izini kazıdığı, sidik kokan eski halısının hiç tanımadığı bir adam tarafından kendisine nasıl kakalandığını görse o sonradan görme tüketim aygıtı, bir daha yapar mı diyorum, adına „yardımlaşma“ dediği bu pervasızlığı?
Örneğin, İslam’ı sakal bırakmak ve hareme yeni hatunlar katmaktan ibaret sanan az gelişmiş petrol şeyhlerini Gazze’ye yollasak diyorum. Bir günlüğüne dolar yerine evlerin tavanındaki kurşun izlerini saysalar. İkişer, üçer, dörder dilber yerine barut ve kan kokan çarşaflara dolansalar ve duvarlardaki o, gözyaşı lekeleriyle çerçevelenmiş şehit resimlerine çarpsa gözleri.
Jet skyle dalga atlatan cübbeli karakteri, hala soba borusu satılan bir kasabada kış atlatmaya yollasak ve her Cuma günü kürsülerden dolar rengi gözlerini çırpa çırpa dağıttığı hurafeleri ümmeti muhammede toplatan bu sarıklı, sakallı, yarım akıllı ucubeye çöpten kağıt toplatsak. Bir daha „infak“ diyen müslümanların aleyhinde ileri geri lakırdılar edebilir mi? Bir daha sahip olduğu mal varlığından böyle göğsünü gere gere bahsedebilir mi?
Bir gün için yer değiştirebilse zenginler ve fakirler, inanın dünya daha yaşanılır bir gezegen olabilir.
Bize üniversitede Marketing/Pazarlama dersinde, yeni bir malın piyasaya sürülme aşamasında ilk önce o mala ihtiyaç olup olmadığı üzerinde düşünülmesi, iyi bir araştırma yapılması, piyasada o malın kapatacağı bir delik bulunamaması halinde malın üretiminden vazgeçilmesi gerektiği öğretilmişti.
Zamanla Kapitalist angaryaya, sınırlarını insani ihtiyaçların çizdiği üretim ve tüketim şablonu dar gelmeye başladı ve mesaisini artık yeni ihtiyaçlar yaratmak için harcamaya başladı. İnsanlar ihtiyaçları nisbetinde değil, tüketim toplumunu ayakta tutacak özel sektörün ihtiyacı nisbetinde harcamalıydı. Yenisi varsa, daha yenisinin talep edilebilmesi için bahaneler uydurulmalıydı. Moda denildi, trend denildi; daha yenisi daha az harcıyor, daha yenisi çıkmadan hemen al, eskisini ver bunu al, bunu yoksula ver daha yenisini al, şimdi ucuzluk var hemen al; ihtiyacın yoksa da al, varsa da al ama ihtiyacın yoksa daha ucuz, kaçırma al, al, al denildi.
Tüketim, hayatın devamı için bir gereklilik halinden çıkmış, hayat tüketimin emrine amade kılınmıştı artık.
Sonuç; yaşamak için tüketmeyen, tüketmek için yaşayan; günün her saati tükettiği o; tatsız tuzsuz, hormonlu, suni gıdaları andıran; obez ama aç, gürbüz ama hasta, güler yüzlü ama mutsuz zombilerden oluşan insanımsı kalabalıklar…
Ne diyor ulu ozan Yunus Emre;
Kemdürür yoksulluktan nicelerin varlığı
Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı
Yunus Emre’nin dizelerinde dile getirilen tehlikeye karşı, Kur’an’daki „infak“ emriyle tedbir alan Asrı Saadet müslümanı; çağımızın modernist, kapitalist müslümanımsı yaratıklarından elbetteki çok uzaktı. „Eskini yoksula ver, sen yenisini al“ anlayışına o kadar yabancıydılar ki onlar, eskiyi vermenin adına „bağış“ değil „pintilik“ diyorlardı. Zengin veya fakir, hepsi sahip oldukları nimetlerin arasından en sevdiklerini infak ediyorlardı. Neden genellikle şeker infak ettiği sorusuna, „çünkü ben en çok şekeri severim“ cevabını veren Hz. Ömer bile, İslam’ın yardımlaşma ilkesindeki ahlaki irtifaya dikkat çekememişse, biz nasıl anlatalım bu yüce erdemi, bilemiyorum.
Kapitalist dünyanın tüketici mollalarına şu soruyu yöneltsek; „Ey kapitalist müslüman çevrene bak! Bütün bu sermayeye, mal ve refah artışına rağmen; bütün bu üretim sendromlarına, kredi kartlarına, taksitli fiyatlara rağmen, sen hala mini mini bebelerin kağıt mendil satarak rızkını kazanma derdine düştüğü bir ülkede yaşıyorsun, farkında mısın?“.
Ne cevap alırız? Bir cevap alır mıyız?
http://www.habertaraf.com/yazarlar/1096.html
İlk Yorumu Siz Yapın