“Cinnet”le “cinayet” bazı açılardan birbirine benzerler. Hapishane mahkumlarının cezaevi avlusunda volta atarken yansıttıkları manzarayla, tımarhane delilerinin hastane bahçesinde verdikleri poz aşağı yukarı aynıdır. Suçlular da, deliler de birbirlerinden çekinerek dolaşırlar ve birbirlerine vahşi, hiç değilse garip nazarlar atfederler. Mahkumiyet psikolojisi, vicdan azabı, utanç ve çekilen acılar suçlu insanların hal dillerine, delilerin tavırlarını hatırlatan, endişeli ve ürkek bir eda kazandırır.
Her caninin şuur altında yatan bir deli olduğu içindir belki, belki de her cinayet mutlak bir cinnetin kanlı semeresi olduğu içindir, katiller genellikle çok iyi deli rolü yaparlar. Bu taklit yetenekleri sayesinde toplumun vicahında ve hukuk karşısında muhtemel bir mahkumiyetten sıyrılmayı amaçlarlar.
2009 yılı Temmuz ayı içinde Dresden mahkemesinde; hakimin, güvenlik görevlilerinin, şahitlerin gözleri önünde vuku bulan cinayet de böyle bir cinnetin ürünüydü ama gayet planlı ve programlı bir cinnetin. Alex W.’ yi cinnetin eşiğine taşıyan ve Mısırlı genç bir eczacının ölümüne, eşinin yaralanmasına yol açan asıl nedenler Alman siyasetçilerin ve Alman medyasının usta manevralarıyla ne kadar manuple edilmeye çalışılırsa çalışılsın, duruşmalar sırasında yaşananlar, verilen ifadeler, yapılan yorumlar, yıllardır bu ülkede müslümanlara yaşatılan travmayı su yüzüne çıkarmıştı.
Kararları da, saldırgan akıl yapısı ve kavrayışı kadar süratli olan; düşünce ile hareketi tek hüzme halinde birleştiren, köpek soyuna layık bir sadakatle Alman toplumuna itaatini zikrettikten sonra, aç bir panter gibi Merve Şirbini’nin üzerine atlayan ve üç dakika içine 16 bıçak darbesini sığdıran; Annesi Rus olduğu için saf kan Alman sayılmayan, 2003 yılında göç ettiği Almanya’da kabul görmediği için yaşadığı hayal kırıklıklarının acısını Mısırlı bir anneyi oğlunun gözleri önünde bıçaklayarak çıkaran tuhaf bir faşistin sanık sandalyesine oturtulduğu tarihi duruşmadan ve onun ekseninde yaşananlardan bahsedeceğim…
Duruşmaya gelmemek için uzun uzun direnen, balıkçı yaka kazağıyla yüzünü maskeleyen, gözlerini güneş gözlüğüyle kapatan, beyzbol şapkasının üstüne ceketinin kapşonunu geçiren, tanınmamak için alınabilecek bütün önlemleri akıl edebildikten sonra “kafadan çatlak” numarasına yatmayı da ihmal etmeyen bir psikopatın sayesinde Almanya’nın uyum politikası ve Alman medyasının müslümanlarla ilgili gazetecilik algısı bir daha teste tabi tutulmuştu.
Menfur olayın mazisine, dolayısı ile Alman medyasıyla, Alman siyaset dünyasının olayı işleyiş ve hazmediş şekline bakalım önce.
Bu inanılması zor cinayeti istisnai bir durummuş gibi yansıtmıştı basın. Alman gazetelerinin yayın diline bakınca karşınıza çıkan manzara tek kelime ile ürperticiydi. Hepsi koro halinde aynı ezberleri tekrarlıyor ve satır aralarından şu mesajları veriyorlardı; Merve’nin ölümüne İslamfobi değil, cinayetten 6 ay önce bir çocuk parkında yaşanan tartışma neden olmuştur ve olay son derece kişiseldir. Parktaki salıncaklardan birine yeğenini oturtan, diğerine de kendisi oturan Alex W., kendisinden salıncaklardan birini oğlu için boşaltmasını istirham eden Merve’ye, İslamcı, terörist ve sürtük diye hakaret etmiştir. Olaya şahit olan vatandaşlardan biri Merve’ye cep telefonunu vererek polisi aramasını salık vermiştir. Polis geldikten sonra da hakaretlerine devam eden “deli”kanlı tutuklanarak olay yerinden uzaklaştırılmış ve hakkında dava açılmıştır. Davayı açan da zaten Merve değildir. Demek ki herkes görevini gayet güzel yapmıştır. Olay günü mahkemede anormal bir durum yaşanmamıştır. Mezkur sanık, ifadesini müslümanlara ve İslam’a hakaretler yağdırarak vermiştir ama vermiştir işte. İlgili şahsın (müslüman olmadığı için sanırım) üzerini arama ihtiyacı hissedilmemiş, mahkeme salonunda ekstra güvenlik önlemlerine ihtiyaç duyulmamış ve duruşma sırasında sarfedilen tüm hakaretlere mütemadiyen gülünüp geçilmiştir. Son tahlilde bu ülkede peyderbey birilerinin müslümanlara hakaret etmesi de vaka-i adiyedendir, normaldir, en nihayetinde hakaret eden densizler çok da haksız değillerdir.
Alman siyasetçiler de nitekim, medyanın çizdiği çerçeveye müsavi bir duruş sergilediler. Merve, 1 Temmuz 2009 tarihinde, üç aylık hamileyken, Dresden’de bir mahkeme salonunda katledildi. Merve’yi korumaya çalışan eşi Elvi Ali Okaz arbede sırasında bir polis tarafından bacağından vuruldu. Merve’nin üç yaşındaki oğlu Mustafa annesinin kanlar içinde can verişine şahit oldu. Aile bireylerinden her birinin darbe aldığı kanlı saldırının basında olması gerektiği gibi yer almaması ve siyasetçilerin olayla ilgili suskunluğu üzerine, 11 Temmuz’da yabancılar dairesinin ve müslümanların girişimleriyle bir yas günü tertip edilerek kamu oyu uyandırılmaya çalışıldı. Bu organizasyona belediye başkanı dahil, devlet erkanından hiçkimse katılmadı. Organizasyondan bir gün sonra, Cuma namazı sonrasında yapılan gösteriler ve Mısır’da cereyan eden olaylar neticesinde Başbakan Merkel ve Dışişleri bakanı Steinmeier yaşananlardan dolayı –nihayet- iki haftalık bir gecikmeyle de olsa üzüntülerini dile getirmek zorunda kaldılar.
Aradan beş ay geçti ve 26 Ekim tarihinde görülmeye başlayan cinayet davası ile birlikte basında bir süredir dinlenmeye çekilen kronik islamfobi hastalığı yeniden nüksetti. Ne Dresden üniversitesi profesörlerinden Wolfgan Dosbach’ın yerel gazetelerin tamamında yayınlanan “Dresden Uyan Artık!” başlıklı mektubu, ne Prof. Werner Schiffauer’in medyanın tutumunun İslamfobiyi körüklediğini ve ülkeyi kaosa sürüklediğini beyan eden demeçleri, ne olay sırasında hakim olarak kürsüde bulunan Tom Maciejewski’nin şahit sandalyesinde dehşet anını anlatırken döktüğü göz yaşları, ne de Merve’nin anısına yaptırılan ve 2010 yılı Temmuz ayında ırkçılar tarafında yıkılmaya çalışılan anıt bir işe yaramadı. Alman basını hadisenin vehametiyle ve arkasında yatan nedenlerle ilgilenmek yerine müslümanlara karşı alınan güvenlik önlemlerinden; mahkeme binasını saran 200 adet polisden, panzerlerden, silahlı görevlilerden, salona alınan ziyaretçilere koyulan ayakkabı yasağından bahsetmeyi tercih etti. Tam duruşmanın başladığı gün, sadece der Spiegel dergisine ait sitede anılan, Mısır kaynaklı olduğu söylenen ve Merve’nin katilini öldürene ödül vaad eden meçhul videoyla ilgili söylentiler de Alman medyasının rutin komedilerinden biri olarak hafızalara kazındı.
Merve’nin katiline verilen ömür boyu hapis cezası bir miktar içimize su serpse de, olayın Alman medyası ve Almanya’nın siyaset arenasındaki işleniş biçimi hiç akıllarımızdan çıkmayacak. Görülen davalarda, saldırı üzerine içeri çağrılan polisi -son derece spontan bir refleksle- saldırgan yerine Merve’nin eşine ateş etmeye iten kirli bilinç altının neden hiç irdelenmediği sorusunu sormaya devam edeceğiz. Merve Şirbini’nin katledilişinden öte, bu cinayetin Alman medyası ve Alman toplumunda herhangi bir sarsıntıya neden olmaması ürkütücüdür.
Yazının sonuna yaklaşırken aklım yine o tarihlerde konuşulan başka bir konuya kayıyor. Almanya Türk Toplumu Başkanı Kenan Kolat’ın gündeme getirdiği ve İslami bayramlarda Almanya’da okulların tatil edilmesine yönelik teklifiyle ilgili yaşanan tartışmaları hatırlıyorum. Tatil teklifinin bütün siyasetçiler tarafından tepkiyle karşılanması ve sert açıklamalarla reddedilmesi Almanya’nın müslümanlarla ilgili tutumunda ne büyük açılımlara muhtaç olduğunu belgeliyordu. Bir gurbetçi olarak, Türkiye’nin devrim niteliğinde bir açılım yaptığını, Hristiyan ve Musevi bayramlarını resmi tatil ilan ederek Almanya’ya medeniyet dersi verdiğini hayal etmekten kendimi alamıyorum.
Böyle güzel rüyaların gerçekleşmesi için kaç Merve’nin daha öldürülmesi gerektiğini ise hiç kestiremiyorum.
İlk Yorumu Siz Yapın