"Enter"a basıp içeriğe geçin

Söyle Berlin

Yeni Şafak gazetesinin titreyen ve titreten kalbi ‚Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’, geçtiğimiz haftalar içinde Almanya Berlin’de çarpmış. Frankfurt Kitap Fuarı için Berlin’e gelen Barbarosoğlu’nun kaleminden Almanya izlenimlerini okumak çok keyifli oldu… Keyifli, zira ömrünüzü tükettiğiniz mekanları; takip ve takdir ettiğiniz bir yazarın gözlüklerinden izleme imkanını yakalıyorsunuz. Bu keyifli hadiseyi tatlı bir tesadüf daha da renklendirdi. Geçtiğimiz hafta başında ben de Berlin’deydim… Hayır, Barbarosoğlu ve beraberindeki 15 kişilik yazar kafilesiyle karşılaşma, tanışma mutluluğunu yaşayamadım ama Almanya’yı vatan etmiş biri sayılmama rağmen enteresan bir şekilde, belki biraz daha farklı kulvarlardan lakin, verdiği heyecan ve tattırdığı lezzet açısından Fatma hanımın hayret makamına bir hayli yakın irtifadan Berlin’i seyrettiğimi farkettim.

Bir iş görüşmesi için gittiğim bu narkotik ve hafif mistik şehrin sınırlarından içeri girer girmez yine, Almanya’nın o arasıra karşımıza çıkan multikülti, mütebessim çehresiyle karşılaştım. Kırmızı ışıklarda arabamın önüne dikilip, „camını yıkayayım ne olur!“ diye yalvaran, bütün itirazlarıma tatlı bir gülümsemeyle mukabele ederek fırçasını aniden „şap!“ diye camıma yapıştıran çocuk, bu sevimli yüzlerden sadece biriydi. Eğer benim gibi vatan özlemiyle doluysanız, iyice kirletilen camlarınızdan mütevellit bozulan moralinize rağmen, -bir iki dakika için de olsa- size kendinizi İstanbul’da gibi hissettirdiği için bağışlarsınız bu destursuz delikanlıyı. Hatta bahşişi uzatırken gülümser ve teşekkür bile edersiniz.

Derken; döner dürüm lokantaları, duvarlardaki Sezen Aksu, Ozan Arif posterleri; küçük büfelerin, imbislerin, bakkal veya evlerinin önüne sandalyesini atmış, gazete okuyup etrafı kesen, yağız ve kuvvetli yapısından Türk olduğu anlaşılan işsiz güçsüz avareler dizilirler ard arda. „Yanlışlıkla İstanbul’a mı geldim?“ şüphesiyle dolanırsınız şehrin içinde. Berlin’de eğer gideceğiniz adresi bulamazsanız, kaybolursanız, bir de Almanca bilmiyorsanız üzülmeyin… Türkçeniz sizi her türlü müşkülattan kurtarmaya yetecektir. Almanların „Türkiye’nin en büyük dördüncü şehri“ olarak tarif ettikleri bir kentin merkezinde olduğunuzu unutup ve boş bulunup yanınızdaki arkadaşınıza Almanlar aleyhinde ileri geri lakırdılar edecek olursanız, biraz ileride otobüs bekleyen yaşlı bir Alman teyze veya Hertha Berlin askılı, dazlak kafalı Alman gençler tarafından, „ne dedin sen?“ diye azarlanabilirsiniz, unutmayın.

Bütün bu Avrasya havasına rağmen kendinizi İstanbul’a daha yakın hissetmek istiyorsanız Kreuzberg’deki sebze pazarlarında Alman aksanıyla „beşi üç, beşi üç“ diye bağırarak limon satan Almanlarla pazarlığa kalkışabilir yahut da, bir Türk kahvesinde nargilenizin kokulu dumanını uzun ve müsavi nefeslerle dışarıya savurup, mihaniki bir surette ıhlamur ağaçları arasından mavi gri gökyüzünü seyredebilirsiniz.

Cıvıl cıvıl, insani, belki biraz daha düzenli, biraz daha Avrupai ama sürprizlerle dolu, çılgın bir Avrotürk şehridir Berlin. Türkiye’nin AB’ye kabul edilmiş halidir hatta. Ve Fatma hanımın Berlin’deki intibalarını, Berlin’in bir Alman kenti olduğu(!) yanılgısından hareketle, Almanya’ya özgüymüş gibi yansıtması-işte bu yüzden- çok yapılan yanlış bir genellemedir. Berlin Almanya’nın bir özeti olamayacak kadar evrenseldir. Almanya’da Berlin’i kendinden bir parça olarak sunamayacak kadar yabancı kültürlere karşı mesafelidir. Almanya’yı gördüm demek için Berlin’i görmüş olmak kafi değildir ama Türkiye’nin muhtemel istikbali hakkında bir fikir sahibi olabilmek için belkide ‚Berlin’in havasını teneffüs etmiş olmak’ icap edebilir.

 

Tenakuzlarla dolu bir memlekettir Almanya. Trafik açısından en düzenli, asayiş açısından en güvenli ve bürokrasi açısından en hareketli eyaleti olan Bavyera’nın bütün „en“ lerini bünyesine dercetmiş bir şehrinde, Nürnberg’de yaşayan biri için Berlin’e gitmek İstanbul’a yapılan kısa süreli bir ziyaret gibidir. Berlin ne kadar dağınıksa, Nürnberg o denli düzenlidir. Berlin ne kadar kirliyse Nürnberg o denli hijyendir. Hulasa; Berlin solcudur, Nürnberg sağcı. Berlin Doğu’dur, Nürnberg Batı. Almaya’nın bütün bu tenakuzlarına aşina Nürnbergli bir Türk olarak, ne zaman Berlin’e gitsem kendimi evimde, İstanbul’da hissediyorum. Berlin’deki atmosfer neredeyse Türkiye kadar sıcaktır ve ellerimizi değilse bile, içimizi ısıtır..

Hitler’i ve savaş yıllarını bütün canlılığıyla hafızasında yaşatır Berlin’li. Çünkü Berlin, ikinci dünya savaşında yerle yeksan edilmiştir. 5000 metreye kadar yükselen dumanlardan dolayı günlerce görünmeyen gökyüzüne sonsuz bir sevgiyle bağlıdır ve her siren sesiyle birlikte, Joseph Goebbels’in „bizi siz seçtiniz, şimdi bedelini ödeyeceksiniz“ sözünün kalbinin kıvrımlarına gizlediği nedamet canlanır ve kemirir yüreğini. Bu nedamet bazen bir otopark olup Hitler’in son günlerini yaşadığı ve öldüğü hücre evinin üzerine kapanır ve unutturmaya çalışır bütün kanlı geçmişi. Bazen de doğal bir cinnet olup, „Nie wieder Krieg“ (Bir daha savaş yok!) çığlığı eşliğinde, Madame Tussauds müzesindeki Hitler heykelinin kafasını gövdesinden ayırıverir.

„Nie wieder Krieg!“ diye bağırmıştı Frank L. Hitler’in balmumu heykelini kendi elleriyle infaz ederken. „Nie wieder Krieg!“ diyerek doğuyor Berlin’de güneş ve; kan, barut, gözyaşı görmeden, saçları kirlenmeden gömülebildiği için Berlin’in kucağına yeniden, şükrediyor. Savaşın, fanatizmin, ırkçılığın ne demek olduğunu en iyi bilen insanların şehri Berlin’deki insani harmoninin bütün Almanya’yı sarıp sarmalaması ise çok zor gözüküyor. Berlin, dünyanın dört bir tarafından insanı kucaklamış ve bağrına basmış olmanın gururu içinde kendini anlattığı kitabın kapağına hiç çekinmeden başörtülü bir kadının resmini yakıştırabiliyor ama Almanya’nın bir başka eyaletinde cami duvarlarına gamalı haçlar çizilmeye devam ediyor.

Gece Berlin’in sokaklarında arabamla dolaşırken içimden bu muhteşem şehrin bütün ışıklarını söndürmek geçiyordu… Bütün ışıklarını söndürmek… Dinlensin diye, uyusun diye, yaşadıklarını unutsun diye, eski bildiklerini tasfiye etsin ve kendisine yeni bir hafıza bulsun diye.  Ama unutturmamak için unutmamalı Berlin. Unutmak için bu kadar çaba harcamamalı.

Nazım Hikmet gibi sormak geçti içimden sonra, yaralarını bir bir deşme pahasına;

söyle Berlin….

söyle…

elleri bombalı mavi gömleklilerin

bekliyecek mi yine

unter den linden caddesinde nöbet?

alevden bayrakların üstünde

yeniden can bulacak mı Karl Liebknecht?

Avrupa bocalıyor
hava fırtınalı
omurga delik

serdümen sarhoş..
kooooş!
dümen başına

sesler geliyor günbatısından

sesler….

 

Nazım Hikmet

(Timeturk.com sitesinde yayınlanmıştır)

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir