"Enter"a basıp içeriğe geçin

Yazarların Ölümü

Der Tod ist groß
Wir sind die Seinen,
Lachenden Munds.
Wenn wir uns mitten im Leben meinen
Wagt er zu weinen
Mitten in uns.

Rainer Maria Rilke

 

Ölüm büyüktür

Biz bir tebessümüz onun yüzünde

Yaşamın ortasında sanırken kendimizi

Ölüm hıçkırmaya başlar içimizde

Rainer Maria Rilke

 

“Yalnızlık Dolambacı” kitabının yazarı Octavio Paz, hayatı boyunca ölümü bir çekirdek gibi içinde taşıyan Alman şair Rilke’nin onurlu mücadelesini hatırlatarak modern dünyanın ölüm karşısındaki “ölümcül kayıtsızlığı”na isyan ediyordu;  “Çağdaş dünyadaki herşey ölüm sanki yokmuş gibi işler. Kimse ona önem vermez, ölüm her yerde bastırılır: siyasal demeçlerde, reklamlarda, medyada. Hastaneler, eczaneler ve spor kulüplerince piyasaya sürülen indirimli sağlık ve mutluluk programlarında ölüm anılmaz. Oysa nereye elimizi uzatsak ona çarpar. Ve birgün salt bir aşama olmaktan vazgeçen ölüm, kendisine sunulan hiçbirşeyle doymayan kocaman ve obur bir kursak olarak karşımıza çıkar. (…) Yüzyılımız, polis devletlerinin, toplama kamplarının, Hiroşima`nın ve kriminal öykülerin de yüzyılı oldu. Kimse ölümü, kendi ölümünü düşünmüyor.  Rilke`nin çağrısına uyan yok; çünkü, hiçkimse  kendisine özgü bir hayat yaşamıyor. Topluca yaşanılan bir hayatın meyvesi de topluca boğazlanma oluyor”.

“Ölmek zor bir sanattır” sözünün sahibi Meksikalı şair, sadece Rilke’nin değil, radikal Katolik Charles Peguy’un 1907 yılında sarfettiği cümlelerin de aksi sedası oluyordu. “Modern dünya” , diyordu Peguy, “dünyada küçümsenmesi belki de en zor şeyi küçümsemeyi başarmıştır. Bu mefhumun dokusunda özel bir haysiyet vardır, başka hiçbir nesnede, başka hiçbir mefhumda olmayan küçük düşme kabiliyetsizliği… Ama modern dünya onu da küçültmeyi başarmıştır: ölümü küçümsemiştir”. Adorno, Minima Moralia’da “Kültür endüstrisinin mercekleri altında gülüçleşmeye başlar ölüm” derken, “engellenemez” olan karşısında modern insanın takındığı küstah isyanı anlatıyordu. Şeytanın yüce kudrete baş kaldırışı; iman ve inkar ekseninde dönen yorucu, yıpratıcı devinimlerin menfaat durağında soluklanışı ve orada öylece çakılıp kalışı…

Modern insan kendi ölümünden, yani kendi gerçeğinden uzaklaştıkça ömrünü uzatabileceğini vehmetti. Ne kadar çok yaşarsa o kadar az ölecek, ne kadar geç ölürse o kadar çok muzaffer ilan edilecekti. Sık sık gazetelerde karşımıza çıkan “dünyanın en yaşlı” yüzleri, kırışmış ama mutlu ve mütebessim ifadeleriyle ölümü peşlerinde nasıl koşturduklarını, hangi beslenme tekniklerini kullanarak Azrail’i yorduklarını anlatırlar. Genetik, etik ilkelerin ırzına geçerek, “üstün insan soyu” nu nasıl üreteceğinin yollarını arıyor. İnsana daha genç görünmeyi vaad eden kozmetik sanaayi, tüketim endüstrisinin bel kemiği… Modern insanın yaşlanma korkusunu, genç ve zinde görünme arzusunu da zaten, uzun bir ömür hayali, yani ölüm endişesi beslemiyor mu?

 

Ölüm bir son değil oysa, bir sonuç. Yaşadığımız çağın şamatası, debdebesi ve ölüm fobisi bu mukadder sonuca istediğimiz gibi ulaşmamızı engelliyor.  İstediğimiz gibi yakalanamıyor, istediğimiz gibi bulamıyoruz onu. İlahi kudretin attığı mektup; nankör, çarpık ve pragmatist algımıza bakılırsa, ne zaman gelirse gelsin hep erken ve zamansız gelmiştir. Mektubu atan elin, her an ve her yerde elimize ulaşabilecegine dair yaptığı bütün uyarılar ölümle aramıza kurulan modern paravanları aşamadığı içindir ki, o bize ne denli yakınsa biz de ona o kadar uzak kalıyoruz.

Aklımızın duvarına bir çivi çakalım: doğmak ölmeye başlamaktır aslında. O çiviye şimdi şu levhayı asalım: sen onu unutabilirsin ama o seni unutmuyor…

Önce mezara, ardından albümlere gömülen dost sima, daha dün telefonda “görüşürüz” diyen tanıdık ses, ansızın gazete manşetlerine düşen aşina yüz, ölümün; “ensende nefesimi hissedebiliyor musun şimdi?” sorusudur.

Sioux Şifacı Şamanlarından Lame Deer, beyaz adama karşı; “ölümü yaygınlaştırdınız, ölümü sattınız ve satın aldınız ama onu inkar da ettiniz” diye seslenirken yanılıyordu. Çağdaş dünyanın kendisine karşı açtığı savaşta ölümün kazandığı bütün zaferler ilkel metodlarla örtbas edilebildiler belki ama bir türlü inkar edilemediler. “Efsanesini söyleyip uykuya dalanlar” mevcudiyetinin ve ölümün anlı şanlı galibiyetinin vefalı şahitleri oldular hep. Zira, bir başka yaşar ve bir başka ölür; yazarlar, şairler, düşünürler, veliler, rehberler, bilgeler, alimler… Bir kere değil, belki de bin kere öldükleri içindir… Ölümün onlara karşı gösterdiği bu teveccühün nedeni; ölümden korkmadıkları, ölümü unutmadıkları ve ölümü anlamaya çalıştıkları içindir belki. Toprak bedenlerini usul usul örterken, ölüm şaşırtan bir çeviklikle bileklerine vurulan kelepçeyi kırar veya önlerine çekilen haset perdesini parçalar. Bütün heybetleriyle işte asıl o zaman çıkarlar sahneye, en vurucu nutuklarını irad etmek üzere. Bütün kelimeleri içilir, bütün imgeleri ezberlenir, bütün kıtaları keşfedilir. Çekmecenin kaybolan anahtarı bulunmuştur, bütün vesikaları şimdi okunur.

Zindan mahkumlarının uykularına nasıl pranga sesleri, işkence çığlıkları karışıyorsa, aynı gayri ihtiyarilik içinde yaşadıkları bütün ölüm tecrübelerini kağıda döker yazan insanlar. Bu satırlar bazen bir peçetenin kenarına işlenir, bazen okunan bir kitabın kıyısına iliştirilir. Rilke’nin o meşhur duası; “ O Herr, gib jedem seinen eignen Tod” (Allah’ım herkese kendi ölümünü nasip et) yazarların ölüm realitesini nasıl kendi karakterleriyle harmanladıklarını göstermiyor mu? Parmağına batan bir gül dikeni Rilke’ye çaresiz hastalığını, yani ecelinin yaklaştığını bildiren ilahi bir elçi olmuştu. Mezar taşına;

Gül,

Ey saf çelişki, arzu,

Onca göz kapağının altında,

Kimseye ait olmayan uyku

yazılmasını vasiyet eden bu ince ruhun duasının kabul edildiğini ve kanser hastası olmasına rağmen çok acı çekmeden öldüğünü yazıyor Alman biyograflar. Rilke istediği gibi ölmüştü ya da ölüm ona nasıl arzu ediyorsa öyle muamelede bulunmuştu.

Ölüm bir ışıktır Lucius Annaeus Seneca’ya göre… Işığın sönmesi lambanın felaketi değildir. Lamba yeniden yakılacaktır ve söndürülmeden önce ne kadar aydınlatabilmişse çevresini, yine o kadar aydınlatacaktır. Yazdıklarıyla şaşırtanların son esprileri ölümleri olur bu yüzden. Işıkları hiç sönmez ve sonsuza kadar yanmaya devam eder.

Sait Yakut’un da ebedi aleme giderken ardında bıraktığı ışık dolu kelimeler bizi şaşırtmaya devam edecek. Bütün; kitap, kağıt ve kalem üçgenine yuvasını inşa eden beyinler ve yürekler gibi, Sait Yakut’da ölmeden önce ölümünü cümleleriyle kucaklamış, karakteriyle hemhal kılmış, sancılı ve serazat bir kalemdi.

Tüm sevenlerinin, okurlarının ve Timetürk’ün başı sağolsun.

(Timeturk.com sitesinde yayınlanmıştır)

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir