"Enter"a basıp içeriğe geçin

Çamlıca Camiinin Düşündürdükleri

Destanların, öykülerin, efsanelerin, mitlerin mekanıdır dağlar. Amasya’nın otantik dağları Ferhat’ın Şirin’e kavuşma umududur. Asya’nın geniş alanlarına dağılmış Türk budunları için Tanrı dağları kutsaldır. Beşparmak dağlarında yaşanır bir çoban olan Endymion ile, tanrıça Selene’nin aşkı. Kaz dağları Paris’in otağıdır. Himalaya’lar Hint bilgelerinin, Olympus ise Antik Yunan Tanrılarının evidir. İda dağlarında doğan  Zeus;  arasıra gürleyip  şimşeklerini çaktırmak için yine bir dağı mesken tutar:  Olympus.  Olympos’un lugattaki anlamı ‘ulu dağ‘ dır. Tıpkı bizdeki ‘uludağ‘ gibi.

Dağlar ‘ulu‘, yani ‘ulaşılmaz‘dırlar. Dokunulmazlığı, gücü simgelerler. Dağ başları yeryüzünün gökyüzüyle temas noktasıdır. Gökyüzüne kavuştuğu nisbette ağarır saçları. Başları karlı dağlar hep ak saçlı ulu bilgelerle özdeşleştirilirler bu yüzden.  Rahimlerinden (mağaralarından) peygamberler doğuran ak saçlı bilgeler, dişiliğin ve erkekliğin en bilinen vasıflarını mündemiçtirler aslında ama toprak anaya yaklaştıkları ve yedi uyuyanları sakladıkları kuytularından daha fazla gök Tanrı’ya (Kök Tengri) dokundukları  başlarıyla dile gelirler.

Erkeklere atfedilen heybet, güç, kudret göklerdedir nitekim. Toprak anayı dölleyen yağmur göklerden iner. Bitkileri yeşerten, tohumları filizlendiren güneşin de yeri göklerdedir. Toprak ‚ana‘ ise,  gökyüzü de ‚baba‘dır o halde. Bu yüzden eril gücün, emperyalizmin mitolojik sembolü ‚Zeus‘ dağların zirvelerinde gezinir hep. Yeryüzünü temaşa etmek ve taarruzları zamanında farkedip mudahale etmek ancak başı göğe ermiş dağların omuzlarından ayakları yere sarkıtıp ortamı röntgenlemekle mümkündür.

‘Dağ‘, anaerkiden ataerkiye geçişteki o hayli karanlık ve sabıkalı dönemde Helen Tanrılarının mahfili olur. Bulutları devşirip şimşekleri savuran Zeus’u başlarda Olympus’un zirvelerinde tek başına görürüz. Henüz tamamen Helenleşmemiş halleriyle diğer Tanrılar başka yerlerde yaşarlar. Hera Argos’tadır örneğin;  Afrodit Paphos’da,  Athena Erektus ocağında. Zeus’un zaferi ile birlikte hepsi onun etrafında kümelenir.  En tepeye Zeus’un sarayı kurulur. Bu sarayın çevresine ise diğer tanrılar için konaklar yapılır. Günümüzün jargonunu kullanırsak, bir  nevi ‚tanrılar sitesi‘ inşaa edilir. Mümkün olduğunca halktan uzak, tepeden bakan ve aşağıdaki zavallı ölümlüleri (halkı) çekip çeviren, ara sıra tekmeleyen zenginler mahallesi.

Oysa insanoğlunun Tanrı’yı arama ve ona tapınma serüveni dağlarda başlamaz.

Erken Taş çağında tapınaklara rastlanmaz. İlksel insan ilk önce kendisine korku telkin eden, meçhulu hissettiren kuytu ve karanlık yerlerde içini ferahlatacak ilahi ışığı arar. Ölüm insanoğlunun en büyük korkusudur. Ölüm meçhuldur. Karanlık da gizemlidir ve ölüm ona yapılan bir yolculuktur.  Ucralara, ormanların ağaçlarla örtülü en korunaklı noktalarına koruluklar  yerleştiren  insanın bu çabası, ilahi arayışın sevkettiği ilk yolculuktur. İnsan, kutsal koruların kıyılarına Tanrıların öfkesini yatıştıracak armağanlar sunar, çevresinde kurbanlar keser. Bu koruluklara ‚Temnos‘ adını verir. Temnos‘ların ötesine berisine zamanla sunaklar yapılır. Sunaklar zamanla tapınak olur.

Derken, Batılı zihin ormanın bir köşesini anımsatan bu tapınakları alıp Olympus’un tepesine taşır. Örneğin Atina’nın Akropolis tepesine. Buna mukabil Anadolu gözlerini yükseklere dikmeden, toprak anaya yakın durmaya devam eder. Anadolu’da hiçbir mimari yapı tepelere dikilmez. Efes’in Artemis tapınağı suyun yüzeyini aşmaz. Menderes Manisası’nın tapınakları gibi, Sardis’in Artemis tapınakları da insanlarla eşit mesafededirler.

Hiç şüphesiz  tapım, tapınak kültürünün doğuş ve gelişim süreçlerinde yaşanan mistik heyecanlar tevhid dinlerine de yansır. Hz Musa Tur dağında rabbiyle buluşurken, Hz İsa bir hurma ağacının dibinde dünyaya gelir. Bizim Peygamberimize o ulvi müjdenin  bir dağın  heybetine sığınmış mütevazi bir mağarada ulaştırılması ‚dağların mağrurluğundan mağaraların mütevaziliğine sığının‘ mesajı değil ise nedir?  İşte bu yüzden müslümanlar rablerinin huzuruna çıktıklarında bakışlarını göklere değil yerlere çivilerler. Sonra hürmetle onun önünde eğilirler. Daha sonra iki avuçlarıyla birlikte alınlarını da toprakla eşitlerler ve bütün bunların ardından toprağı okşayan avuçlarını göklere kaldırıp rahman ve rahim olandan rahmet dilenirler. Ve gün gelir bu ‚dileniş‘ dağların yücelerinde rahmanı arayanları, dağların içine çekmeye çalışan ermişlerin nefesiyle kulaklara üflenir.

Vardım ileri vardım

Levhi elime aldım

Ayetlerin okudum

Yazdım bir dağ içinde

 

Açtım mekke kapısın

Duydum ol dost kokusun

Erenlerin hepisin

Gördüm bir dağ içinde

diye seslenen Anadolulu billur sesin sahibi Yunus Emre’deki o münzevi saflık, zihinlerin hegemonyal telkinlerle yıkanmasından sonra ne kadar mütekebbirleşir , görmek istiyorsak eğer,  bir başka Anadolu çocuğunun dizelerine bakmamız kafidir:

Al eline bir değnek

Tırman dağlara şöyle

Şehir farksız olsun tek

Mukavvadan bir köyle

 

Uzasan göğe ersen

Cücesin şehirde sen

Bir dev olmak istersen

Dağlarda şarkı söyle

(Necip Fazıl Kısakürek)

Yunus Emre’den ziyade daha erken çağ şairlerinin satırlarını kendilerine rehber kılanların Çamlıca tepelerinde şaşaalı camiler için çırpınmalarını anlamak hiç zor olmamalı. Bütün bunların ışığında şimdi Pargalı İbrahim’in diktiği Helen putlarını hoşgörebildiği halde ‚Yunus Emre’nin şiirlerini okumak şirktir‘ diye fetva veren Şeyhulislâm Ebusuud Efendi’nin feyz aldığı ideolojiyi ve  neosmanlıcı zihniyeti düşünelim.  Şimdi bir de Kabe’nin çevresini kuşatan ve sivri birer mızrak gibi Mekke semalarını delik deşik eden gökdelenleri gözlerimizin önüne getirelim.

Salih amellerin yaygınlaşmasını kolaylaştıracak, manevi açlığı tatmin için yüksek tepeleri değil, yüksek ahlakı işaret edecek ve bizi asırlık komplekslerimizden soyunduracak ilim irfan yuvaları yerine,  egolarını şehrin en göze çarpan tepelerinde dalgalandıracak selatin mabedleri dikme iştiyakı ile hareket edenlerin psikolojisini yine bir Helen filozofu açıklıyor:

O yüksekliklere çıkanların […] hep orada kalmak istemesi, şaşırtmasın seni.

(Platon – Devlet)

Son tahlilde, Batı aleyhtarlığı yaparken dahi Batılı bir akılla hareket edenleri en iyi yine bir Batılı mistik anlar… Bize düşen ise maneviyatımızı coşturmak için yeni mabedlere değil, yeni zihinlere ihtiyacımız olduğunu hatırlatmaktır. Amaç bizim, yani halkın ruh dünyasına zerre-i miskal bir anlam katmak ise tabi. Amacın bu olmadığı da malumumuzdur.

eminearslaner@googlemail.com 

Adilmedya.com

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir