Her mesleğin bir „tezgah“ olarak algılandığı bir dünyada, tezgahtar gibi davranmaya zorlanan gazeteci için ekmek kazanmak sadece uzvi değil, aynı zamanda ruhi bir işkence… Tezgahında; ağlayan, gülen, acı çeken, sevinen insan hikayelerini pazarlayarak rızkını kazanmaya çalışan bu insanlar, basın dünyasındaki egemen; „ondan söz et ama hiç düşünme“ felsefesini yalamış yutmuş, hatmetmiş ve hazmetmiş olmalılar. Aksi halde, çeşitli telkin ve hipnoz yöntemlerini kullanarak Medya panayırından gelip geçenleri kendi çadırlarına çekmeye çalışan şarlatan büyücülerle rekabet edebilmeleri neredeyse imkansızlaşır.
Hangi dine, ideolojiye, cinsiyete ve cibilliyete sahip olursa olsun, öncelikli hedefi okuyucu kazanmak, sonraki hedefi ise kazandıklarını kaybetmemektir gazetecinin. Muayyen bir fikrin sahibi olan gazeteciden sadece iyi bir hoperlör olması beklenilir örneğin… Mensubu olduğu işletmenin, yani gazetesinin ruhu omuzlarında dolaşırken, ülkenin saadet ve felaketini kaleminin ucundan geçirmesi istenir. Vatanperverliği hap gibi gazetesinden yutmalıdır gazeteci ve hem gazetesine, hem ülkesine hem de Allah’a karşı vazifelerini usulünce icra edebilmeli, hepsine birden yetişebilmenin sırrına ermelidir.
Hepsi bu kadarla da bitmez… Bütün bu mazhariyetten; gazeteyi, ülkeyi ve hatta dini de paraya kalbetmek için istifade etmesi talep edilir.
On parmağında on hüneriyle, onlarca hassasiyeti rafa kaldıran zabıt katipleri, sünger gibi sıkıp boşalttıkları beyinlerini eski yerine koyduktan sonra ancak, görüp duyduklarını on parmak klavyeleriyle ekrana dökebilirler. Haber metinlerine yorum, ironi, yergi veya övgü sıkıştırmak okuyucunun kontrollü hürriyetine mudahale sayılacağı için, toplumun ortalama IQ’su baz alınır ve bu zeka düzeyini kuşkulandırmadan yönlendirebilecek kodlar kullanılır. Bu kodlar vasıtasıyla zihinlere nufuz edilir, normlar ve hatta kişilikler çekip çevrilir. Gazeteci burada bir kepçe vazifesini görür sadece. Ortak kazandan, belli bir tencereye, erkin seçtiği malzemeyi boşaltmakla mükellef bir kepçe…
„Gazete modern insanın sabah duasıdır“ diyor Hegel ve „Phänemenologie des Geistes“ (Ruhun Fenemonolojisi) kitabında gazeteciyi „Uzmanlaşmış virtüöz“ olarak tarif ediyor. Hegel’e göre, „nesnelleşmiş ve şeyleşmiş yetilerinin satıcısı… kendi nesnelleşmiş ve şeyleşmiş yetilerinin işleyişi karşısında seyirci konumuna düşer. Bu olgunun iyice grotesk bir görünüm kazandığı yer gazeteciliktir. Burada, soyut bir mekanizmaya indirgenen şey, öznelliğin kendisidir: Bilgi, mizaç, ifade gücü. Bunlar hem kendi ‚sahiplerinin’ kişiliğinden hem de eldeki konunun maddi ve somut doğasından kopmuş, özerk bir işleyiş kazanmıştır. Gazetecinin ‚güçlü kanılardan arınmış’ olması, deneyimlerini ve inançlarını peşkeş çekişi, kapitalist şeyleşmenin doruğudur“. Hegel’in yozlaşmanın bir tezahürü olarak tarif ettiği bu realite, geç endüstriyelizm çağının karakterini oluşturmuş. Gazeteci bu karakterin tam teşekkülü için ham madde temin etmekle kalmamış, zamanla küresel egonun hizmetine amade canlı bir alete dönüşmüştür.
Asrın başlarında Avrupa’dan intikal eden en kısır kökler dilimizde inanılmaz bir veludiyet kazandıysa eğer, medyanın himmeti(!) ve hizmeti(!) sayesindedir. Dünyayı yönetmek için insanların kimliklerini, kimliklerini çalabilmek için ise dillerini ele geçirmenin elzem olduğunun farkında olan küresel ego, ürettiği mefhumları önce kendi kullandı, sonra da ihraç etti.
İlahi Adalet tecelli etmek için bazen doğru zamanı bekler. Bugün gelinen noktada Amerika’nın, „Terörle mücadele“ masalına insanların nezdinde legallik kazandırabilmek ve İslam coğrafyasıyla ilgili emellerine en kestirme yollardan ulaşabilmek hedefiyle uydurduğu medyatik kodlarla mücadeleye mecbur kalması bir tesadüf olabilir mi? „Terörle mücadele“’yi tasvir için gazetecilerin kalemine dolandırılan; „İslamcılar“, „İslamcı Teröristler“ gibi kodlar hedefini şaşıran kurşunlar gibi menfaatleri yaralamaya başlayınca, medyanın lugatinden temizlenmeleri zaruri hale geldi tabi.
Amerika yerel güvenlik birimi (DHS) ve National Counter Terrorism Center (NTCS)’in küresel basının bağımlı hale geldiği bu kelimelerden arındırılması için harekete geçtiklerini okurken, Alman basınında aynı gün yer alan iki ayrı haberin işleniş biçimi düşüyor aklıma. Suudi Arabistan’da bir adama büyü yapmak suçuyla hapse atılan 16 yaşındaki bir kızla ilgili haberde kızdan „cadı“ diye bahsedilmesi, hem haberin manşetinde hem de içeriğinde olayın yaşandığı ülkeye Orta Çağ yakıştırması yapılması ve ustaca örülmüş bir kurguyla İslam’a ilkellik atfedilmesi hangi samimi müslümanı yaralamaz ki? Peki ya, Türkiye’de alkol satışlarına getirilen sınırlandırmayla ilgili bir haberin metninde, Akp’nin muhafazakar yapısına ve İslam’ın alkolle ilgili hükümlerine hiç ilgisiz argumanlarla değinilmesi hangi kodlarla tenvir edilebilir?
Amerika’nın müslümanların nazarında paçavraya dönen imajını nasıl yama tutar bilmiyorum. Gerçek şu ki, Avrupalı gazetecinin sadece Terör ve İslam kavramlarını bir arada zikretmekten men edilmesi, Avrupa basınının müslümanların kalbini kazanmasına yetmeyecektir. Zira, bu mesele iki kelimenin sansürlenmesiyle halledilebilecek kadar basit değil.
Cemil Meriç’in belagati konuyu iki satırla özetleyebilecek kudreti haiz. „Günümüzde gazetelerin hedefi uyandırmak, ışıklandırmak değil, haberleri istenilen şekilde aktarmak, okuyucuyu alışkanlıkların esiri haline getirmek ve mümkün olduğunca düşündürmemektir“ diyor büyük düşünür ve ekliyor, ”İrfanı gazeteye hapsettiniz mi şahsiyetini kaybeder“.
(timeturk.com sitesinde yayınlanmıştır)
İlk Yorumu Siz Yapın