Ben ayumu yerde gördüm ne isterem gökyüzünde
Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar
Yunus Emre
Başbakanımız Atatürk havalimanındaki konuşmasına Yunus’dan satırlarla başladığı için ben de yazıya büyük ozanın dizeleriyle başladım. Göklerden vazgeçip rahmeti yerde arayacak kadar mütevazi bir yürektir Yunus ve dünyanın en büyük havalimanını, en büyük borsasını, en büyük falan veya filanını yapma hayalleri kuran bir zihniyetin dilinden duyulunca bir başka güzelleşiyor. Güzelleşiyor çünkü umut oluyor. Onu seven bir kalbin birgün onu anlayabileceğine de dair saf, berrak bir umut.
Bakın bir başka şiirinde nasıl inliyor o rebap:
Biz kimseye kin tutmayız
Ağyar bile dosttur bize
Nerde ıssızlık var ise
Mahalleyi şardır bize
Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Cümle alem birdir bize
Yunuslaşan bir yürekle hizmeti esas alan bir ruh, geçmişin kiniyle hareket edebilir mi? „Onlar da bizlere zulmettiler ve eğer yeniden iktidarı devralırlarsa bıraktıkları yerden devam ederler“ gibi kini ve paranoyak kehanetleri körükleyenleri dinledikçe, izledikçe Yunus’a ne kadar yabancı bırakıldığımızı düşünüyorum. Sonra Yunus’un diğer şiirleri dolanıyor dilime. Rahmet yağmurları gibi damla damla dökülüyorlar beyaz cama.
Bir kez gönül yıkdın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil
Ardından bir başkası süzülüyor:
Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir
Varıp anın üstüne, evler yapasım gelir
Altında gayya vardır, içi nar ile pürdür
Varuben ol gölgede, biraz yatasım gelir
Oda gölgedir deyu, ta’n eylemen hocalar
Hatırınız hoş olsun, biraz yanasım gelir
Derken bir başkası:
Bana namaz kılmaz diyen, ben kılarım namazımı
Kılar isem kılmaz isem ol hak bilir niyazımı
Yunus bu çağda yaşasaydı, bu satırları yüzünden nasıl bir muamele görürdü diye düşünmeden edemiyorum.
İnsanların ibadet ve taatlarıyla uğraşmayın, zahire kilitlenip esası ıskalamayın diyen bir Anadolu ozanıdır Yunus. Anadolu ozanıdır ifadesine dikkat, zira bizler Anadolu’dan uzaklaştırıldığımız için Yunus’dan da uzaklaştık. Öyle uzaklaştık ki, sonradan icad edilen bir kavram olan „devlet“ mefhumuna „baba“ sıfatını yakıştıran Anadolu insanını anlamadık. Anadolu insanı vatana „ana“, devlete „baba“ diyerek otoriteyi meşrulaştırmıyor, baba vurgusuyla devletin yüklenmesi gereken vazifelerin çerçevesini çiziyordu. Zamanla erk’in, babalığı tahakküm ve disiplinle birleştiren muhayyilesi, devletin algılanış ve kabulleniş şeklini de biçimlendirdi. Babalığın: koruyan, kollayan, el uzatıp destek olan vasıfları; hükmeden, şekil veren ve hizaya sokan otoriter buyurganlık ile yer değiştirdi.
Babayı ayakta tutan evlatları değildir oysa. Baba evlatlarını ayakta tutar. Devleti ise ayakta tutan vatandaşlarıdır. Devlet vatandaşlarından aldığı vergilerle hizmet üretir. Babaya itaati makul kılan bu önemli farkı göremeyen idrak ve izan kabiliyeti, devlete itaati telkin edecektir çünkü vatandaşın sahip olduğu herşeyi devletin bir lutfu sanmaktadır. İşte bütün bu nedenlerden ötürü devlete „baba“ diye seslenen Anadolu halkı her daim devletin cebir ve şiddetine maruz kaldı. Değişen iktidarlarla birlikte değişen ideolojik kasıntılara göre şiddetin muhatapları da değişti. Kah müslümanlar mağdur edildi, kah aleviler, kah kürtler…
Ancak durağanlık eşyanın tabiatına aykırıdır. Çağlarla birlikte mentaliteler de değişir. Tabular yıkılır, fikirler ayıklanır, akıntılar istikamet değiştirir. Yeni dünyada ataerkil otoriter yönetim anlayışı demode olmaya yüz tuttu. Bilişim ve iletişim araçlarının yaygınlaşması ile insanlar düşüncelerini daha özgürce ifade edebilme imkanını yakaladılar. Bir taraftan özgürlüğün hazzını doya doya yaşarken, diğer taraftan da o özgürlükle birlikte sadırlarına ulaştırılan fikir ve düşüncelerle hemhal oldular. Özgürlük bu dünyanın en fazla terennüm ettiği kavram oldu. „Özgürlük“ sevginin tezahürü sayılacak kadar önemliydi çünkü. Sevmek özgür bırakmaktı, başıboş bırakmak değil. İşte bu noktada şuurlarda, halkını özgür bırakırken aynı zamanda da hissettirmeden onu takip eden, koruyan, ulaşılabilir olan ve ihtiyaçlara cevap veren bir devlet tasavvuru canlanmaya başladı.
Her köşeye dikilen, ne hikmetse hep lazım olduğu zaman bozulan mobese kameraları ile göstere göstere takip ederek vatandaşın kendisini „her an suç işlemeye hazır potansiyel sapık“ gibi hissetmesini sağlayan,
çelik zırhlı arabalar ve sayısız korumalarla da vatandaşına zerre güveni olmadığını anlatan;
hergün biraz daha kabarttığı vergilerle sürekli alan ama kimine bol kepçe, kimine ise çay kaşığı ile dağıtan;
ülkeyi emanet edeceği genç nesilleri; dindar, dinsiz, tinerci, ateist diye saflaştıran,
zorunlu din dersleri ile din eğitimini –isteyen veya istemeyen- herkese dayatarak Anadolu coğrafyasındaki kozmopolitliği , o renk cümbüşünü tam anlamıyla benimseyemediğini düşündüren ,
en az üç çocuk propagandaları ve kürtaj tartışmaları ile seküler camianın hassas noktalarını kaşıyan,
Nur suresindeki „bakışlarını haramdan sakınsınlar“ emrini içselleştiremediği için, teşhirciliğin anonslarla izale edilmeye kalkışılmasını makul bulan,
soba ile ısıtılan köy okulları gerçeği ortadan kaldırılmamışken, şehirlerde okullara tablet bilgisayar dağıtan,
başörtülü aday taleplerini „yakışıksız“ bulup kınayan,
bireysel estetik anlayışına hitap etmeyen eserleri „ucube“ diyerek yıktıran,
şaşaalı rezidanslar veya debdebeli camiler konusunda kimsenin fikrine kulak asmayan;
devasa projeler sözkonusu olduğu zaman eski eserleri „çanak çömlek“ çöplüğüne , ağaçları ise üç beş ağaç destesine sığdıran,
Nato uşağı 28 Şubatçıların kökünü kazıyan ama Nato’nun yanında durmaya devam eden,
Yurt dışında yaşayan Türkler hakkında doğru danışmanlar vasıtasıyla sağlıklı bilgiler edinip insanlarımıza „koruyucu aile olun“ çağrısında bulunmak yerine, meseleyi siyasi şova irca eden,
Holding mağdurlarını „bu paraları verirken bana mı sordunuz“ diye azarlayıp; saray odalı, bilmem kaç yıldızlı oteller inşaa eden, bir oda alana bir umre hediye eden gerçek çapulcuların biteviye palazlanmalarına, televizyonlarda mağdurların gözlerinin içine baka baka arzı endam etmelerine göz yuman,
bir yönetim anlayışı Yunus Emre’yi ne kadar tanıyordur acaba? O Yunus Emre değil miydi, ağaçları yalnızca Taptuk Emre dergahında pişmek için kesen ve sarı çiçekle muhabbet edecek kadar doğayla bütünleşen…
Kibir hükmünü bu derece icra etmeye devam ettiği sürece bizim eleştirilerimizin de adreslerine ulaşmayacağını, ulaşacak olsa bile sadece öfke ile karşılık bulacağını biliyoruz. İşte bu yüzden sözü yine Yunus Emre’ye bırakarak yazıyı sonlandırıyoruz. Belki Yunus’un dili kibrin ateşini söndürür diye:
Bir dem gelir İsa gibi ölmüşleri diri kılar.
Bir dem girer kibir evine Firavun ile harman olur.
İlk Yorumu Siz Yapın