Hafızam beni yanıltmıyorsa, Başbakanın Gezi’yi andığı son konuşması Ramazan’dan bir gün önceydi. Yüzlerini güneşe dönüp teker teker tomurcuklarını patlatan orkidelerimi sularken kulağım televizyona takılmıştı. “Neden yaptılar bunu?” diye soruyordu Başbakan… Sesinde isyankar evladını azarlayan çaresiz bir baba tonlaması. “Ne istediler? Neleri yoktu?” diye devam ediyordu. Bakışlarım pencereden dışarıya akmış; oğlumun altı, yedi yaşlarındayken dallarına yerleştirdiği ağaç evi, kuş yuvalarıyla birlikte taşıyan, sıcak günlerde yapraklarıyla yelpazeleyip, sırlarını paylaşan soylu ağaca çakılmıştı. Oğlum bugün 18 yaşında ve bu evrende artık sayıları gittikçe azalan şanslı çocuklardan biri o. Şanslıydı çünkü dallarına tırmanabileceği ağaçları vardı.
Geziye katılan gençlerden çok şikayet edildi. Bu şikayetlerin hepsini burada sıralamam mümkün değil, zaten birçoğunu sizler de biliyorsunuz. İçlerinden bazılarını, dikkatlerden kaçanları hatırlatmama izin verin.
Örneğin, “iyi mizah yapıyorlar ama konuşurken kendilerini ifade edemiyorlar” denildi. Dijital bir gençlikten, yani çocukluğunun büyük bir bölümünü bilgisayarın karşısında geçirmek zorunda kalan, oyun oynayabilecekleri alanlara AVM ler dikilen, doğdukları mahallelerle birlikte çocuklukları da çalınan apartman neslinden hitabet yeteneği bekliyordu birileri. Çoğu zaman, gelişmiş bir beynin, gelişmiş bir kelam kabiliyetine sahip olanlarda eksik olduğu gerçeğini de unutarak…
“Üç beş ağacı bahane ederek taksime yürüdüler” dediler. Taksimi sadece Gezi ile hatırlayıp da, 1 Mayıs ile 28 Mayıs arasında sadece 28 gün olduğunu ve öfkenin daha taze olduğunu, 1 Mayıs’da atılan “Diren Dilan” sloganının dahi değiştirilmeden “Diren Gezi” olarak Gezi’ye damgasını vurduğunu unutarak.
Konuşmayı beceremeyen o gençlik 1 Mayıs’da önlerine çıkarılan engellerin ne kadar suni olduğunu göstermişti. “Konuşamıyorlar” diyerek onları küçümseyen kafalar bu basit dersi bile idrak edememişlerdi. Nitekim o “tehlikeli çukurlar”a düşüp hayatını kaybeden tek bir kişi olmadı ama bir komser, Gezi’nin isyan ettiği en temel problem, yani “düzensiz inşaatlaşma” hırsı yüzünden güvenliği alınmamış bir köprü inşaatından düşerek hayatını kaybetti. Komserin ölümünden bile Gezi’yi sorumlu tuttular.
Şafak operasyonlarını, yakılan çadırları görmediler. Velev ki bu eylem dış veya iç mihrakların projesi olsun… “Neden AK Parti aleyhine gelişen her eylemin altından emniyet çıkar, neden Reyhanlı’da gerçekleşen tutuklamaların hepsi emniyetten?” diye sormadılar. Bir günah keçisine ihtiyaçları vardı ve Gezi’yi düşman ilan ettiler. Divan otele söylene söylene Türkçe olimpiyatlarına katıldılar, çünkü şova ve güçlü olana karşı zaafları vardı.
Gezi protestolarının üçüncü gününde başlayan provakasyonları ve bu provakasyonların niçin Gezi sınırları içinde yaşanmadığını da sorgulamadılar. Parkın içine seyyar satıcı kılığında alkol satan adamlarını yolladılar. CHP li vekilleri “Siz bizi temsil edemezsiniz!” diyerek parktan kovan vizyon, onları da parka sokmadı ama bunları Twitter hesabı olmayan vatandaş bilemedi. Bilemedi, zira medya penguen belgeselleri gösteriyordu. Ülkedeki bütün gazeteler Başbakanın Afrika’dan döndüğü gecenin sabahında, Başbakanın konuşmasında kullandığı bir cümleyi manşete taşıyordu: demokratik taleplere canımız feda. Aynı gazeteler bu rezaletten “manşet kardeşliği” diye bahsederek gurur bile duyabiliyorlardı. Demokrasi isteyenlerin düşünceye ve eleştiriye tahammülsüzlükleri “demokrasi nedir?” sorusunu yeniden sormamıza neden oluyordu. Taksim Dayanışması, sanatçılar ve ağırlıklı olarak muhafazakar kimlikler taşıyan STK üyeleri ile yapılan ru be ru görüşmelerin de ne kadar göstermelik olduğu, bir türlü yumuşatılmayan uslup ve ikna yöntemleri ile ortadaydı. Kaldı ki, bu görüşmelerin yanısıra dezenformasyonlar da bir taraftan bütün hızıyla devam ediyordu.
Uçkuru düşük beyinler, kafaları daha yaratıcı, inandırıcı yalanlara basmadığı için “İhsan Eliaçık’ın evi basıldı, porno kasetler bulundu” gibi kalitesiz iftiralarla çamura yattılar. Ethem Sarısülük’ün bir karakol inşaatında çektirdiği resimleri kullanıp, “PKK lı terörist” manşeti atarak ölüleri bile rahat bırakmadılar. Kırmızı elbiseli kadın için cast oyuncusu dediler, çantasından taş çıktı dediler; duran adam için Sırp sanatçısı dediler, CIA ajanı dediler. Altı yaşındaki çocuğun eline “ayyaş koca istemiyoruz” pankartı verip gazetelerinin ilk sayfasında resmini yayınladılar. Bir bira kutusunu camiye kendi elleri ile sokup resimlerini çekerek “camide içki içtiler” dediler. “Kabataş’ta başörtülüye saldırı oldu” dediler, “o zaman saldırganları tutuklayın” diyenlere öfkelendiler. Nebil Özgentürk’ün ağzından “Başbakan bize Kabataş videolarını izletti” diye yalan haberler uydurdular. Geziye destek veren öğretim üyelerini, sanatçıları ve gazetecileri hedef gösterdiler. Hemen hergün bir gazeteciyi işinden, aşından, ekmeğinden ettiler. “Türk bayrağı yakıldı” dediler ama o video çok önceden internete düşmüştü bir kere ve videonun altındaki tarihi sansürleyemediler. Taksimde polisle düzmece çatışma düzenlediler ve o çatışmada molotofçu rolünü oynayan adamı tutukladılar. Ne hikmetse o adam da, dışarda özgürce gezebilen bir sabıkalı çıktı. Tıpkı sabıkalı, sahte doktorlar gibi.
Bütün bu ahlaksızlıkların altında yatan korkunun gerekçesi neydi acaba? AK Parti iktidarı, bu yapılanları vicdanına sığdırabilecek düzeyde bir dar kafalılığı ve ikbal hırsını nasıl bünyesinde barındırabiliyordu? İşte bütün bu soruların cevabı Başbakanın “neden yaptılar bunları? Ne istediler, neleri yoktu?” serzenişinde gizliydi. Başbakanı kendisine örnek alan güruhun ruh dünyasında “olmak” duygusu yoktu. Bu yüzden de “sahip olmak” duygusunun tatmini ile mutlu olmanın veya mutlu etmenin mümkün olabileceğini düşünüyorlardı. Torununu Mc Donald’a götürerek mutlu edeceğini düşünen dede ile, torununa masal anlatarak onu mutlu eden dedenin arasındaki felsefi derinliği izah etmek mümkün müydü? Değildi, çünkü bazı şeyler anlatılmaz, anlaşılması beklenmez, bizzat yaşanır ve yaşatılırdı. İşte bu nedenle de Gezi’nin orantısız zekaları kelimelere dökemedikleri ama hissedebildikleri gerçekleri anlatmak yerine yaşatmak istemişler ve hayallerindeki ütopyayı Gezi’de hayata geçirmişlerdi. Ne yazık ki insanlar genellikle anlamayadıkları, akıl sır erdiremedikleri mevzulara veya insanlara düşman kesilirler.
Gezi “sahip olma”nın ötesinde bizzat “olma” nın huzurunu arayan, yani aslına rücu eden bir ruhtu. Ancak isyan edilen meselelerden ziyade, isyana muhatap kılınan zümre ön plana çekildi ve toplum ortadan ikiye, üçe, beşe yarıldı. Ağaç evler kurabilecekleri dalları kesilen, kağıt gemilerini yüzdüremedikleri dereleri sadece büyüklerinden dinleyebilen, kirlilikten dolayı yıldızları seyredemeyen çocukların hüznü, hayat tarzlarına yapılan veya yapılacağına dair işaretler taşıyan beyanlarla isyana evrildi. Zira bu çocuklar için, yokluğunu hayatlarının her devresinde hissettikleri toprak ana kadar önem arzeden ikinci bir mevzu daha vardı: özgürlük…
Bilmem ki Başbaba bir daha: “ne istedin be yavrum, neyin eksikti?” diye sitem eder mi? Eğer ederse bu sefer verilecek bir cevabımız olsun diye yazıldı bu yazı. Öyle sanıyorum ki Gezi, Ramazan ayı çıktıktan sonra güncellenecektir. En azından “Ramazan’da yalan söylenmez” desturuna riayet ettikleri için teşekkür edelim.
Bilvesile herkesin Ramazan bayramını kutluyor, bu bayramın ülkemize ve tüm İslam alemine hasretini çektiğimiz barış ve esenliği getirmesini yüce mevladan niyaz ediyorum.
İlk Yorumu Siz Yapın