"Enter"a basıp içeriğe geçin

Mehmet Akif Ersoy

“safahat’ımda, evet, şi’r arıyan hiç bulamaz;
yalınız, bir yeri hakkında “hazin işte bu!” der.
-küfe?
-yok.
-kahve?
-hayır.
-hasta?
-değil.
-hangisi ya?
üç buçuk nazma gömülmüş bir ömr-i heder!”

 

 

Kendi elleriyle gözlerini çıkaran idrak hastası bir cemiyet… Sağ gözü  Mehmet Akif Ersoy, sol gözü Nazım Hikmet.  Bir millet bu mikyasda bir gafletin bedelini tarihten silinerek ödeyebilir.

 

Kör bir millet önünü göremeyecek, hareket edemeyecektir. Önünü göremeyen bir millet istikbale yönelemeyecektir. Şair milletinin vicdanıdır, vicdanı yani kalp gözü… Kalp gözlerimizi kendi ellerimizle oyduk. Çocuklarımıza milli cehaletimizi miras bıraktık. Vicdanımız ise avuçlarımızda kanıyor. O gözler olmaları gereken yerde değiller artık…

 

„Bana sor sevgili kari, sana ben söyleyeyim

Ne huviyette şu karşında duran eş’arım

Bir yığın söz ki samimiyeti ancak hüneri

Ne tasannu’ bilirim çünkü ne sanatkarım“

 

Ene’sini kirli bir libas gibi irfanın eşiğinde bırakmış, tevazu gömleğini sırtına geçirmiş ve şiir okyanusunun en bereketli adasına adını vermiş büyük bir şair Mehmet Akif Ersoy.

 

Bundan bir ay kadar önce Cemil Meriç foruma bir üyemizin gönderdiği ileti, içimde tedavisi imkansız bir yara açtı. Çetin Altan’ın bir hatırasının alıntılandığı yazıyı okurken göz yaşlarıma hakim olamadım. Çetin Altan anlatıyor:

 

„1961, yahut 62’ydi. Milliyet’teki odama, odacı Bayram girdi.
-Sizi biri görmek istiyor, dedi.
-Buyursun…
İçeri traşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hafif bükük bir boyunla:
– Bendeniz, dedi, Mehmet Akif’in oğluyum…
Bir an ne yapacağımı şaşırdım. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine:
– Oooo buyurun buyurun, nasılsınız? türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım.
O tavrını bozmadı:
– Rahatsız etmeyeyim, dedi. Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim…
Gökler mi tepeme yıkıldı; yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim? Doğrusu fena allak bullak oldum… Tek yapabildiğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkarıp uzattım.
O, boynu bükük:
– Siz ne münasip görürseniz, dedi.
Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime.“

 

Yazının devamında Mehmet Akif Ersoy’un oğlunun cesedinin Istanbul sokaklarında bir kamyonun içinde bulunduğu haberi veriliyor.

 

Doğması için güzelliklerin, çekilmesi gereken sancılar vardır; solmaması için sulanması gereken çiçekler olduğu gibi. Sönmemesi için üflenmesi gereken ateşler vardır, kabuk bağlamaması için arasıra tazelenmesi gereken yaralar gibi.

 

Eski bir hikaye Çetin Altan’ın hatırası ama eskitilmemesi gereken bir hikaye. Bilinmesi, bildirilmesi, utanılası, utandırılası gereken bir hikaye.

 

Akif yoksul bir hayat yaşadı ve fakr-u zaruret içinde kapattı gözlerini dünyaya. Dar ul bekaya göçerken -en azından- aramızdan ayrıldığı için mutlu olduğuna eminim. Bir resminin arkasına düştüğü satırlarla sanki bana „haklısın“ diyor büyük insan:

 

“hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok,
sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak.
postu sermekse meramın yola, serdirmezler,
hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak…”

 

 Biz onun sadece biricik evladına değil, evlatlarına sahip çıkamadık. Safahat bu milletin çocuklarının cemi cümlesinin kafasına nakşedilmedikçe korunabilmiş sayılabilir mi?

Çetin Altan’ın yürek parçalayan hatırasının ardından, kelimeleri hüzünlere ezdiren başka bir trajedi naklediliyor belleğimize. Ilkadımdergisi.com’da yer alan,  Dr. İhsan Unaner’in, yarım ay mecmuasında yayınlanmış bir acı anısı:

 

“Akif’i gömdüğümüz günün sabahı idi. Tramvayda, önümdeki sırada iki üniversiteli genç kız Cumhuriyet gazetesi’ni okuyorlardı. Biri başını kaldırdı.
– A, bak… dedi, Akif ölmüş…
Öteki hayretle cevap verdi.
– Sağ mıydı?..
– Bilmem, sağmış ki ölmüş.


Düşündüm… Bu genç kızlar kaç senedir öğrenmek için uğraşıyorlar. Kaç defa Akif’in şiirlerini belki de mecbur kalarak okumuşlardır. Yine eminim ki, bu genç kızlar kaç defa Istiklal mârşı’nın derin manası ve vakur ahengiyle titremişlerdir. Fakat bu ne alakasızlıktı, bilmem ki… Yedi ay evvel Akif’in yurda hasta olarak döndüğünü bile duymamışlardı. Nihayet ölüp ölmediğinin bile farkında değildiler.”

 

 

„Bir çığlıktır sanat“ diyor Taine. Akif’in feryadı halkının meseleleriyle dolmuş taşmış bir yürekten yükselir. Bu sayhada bireysel ızdırapların tınısına pek rastlanmaz. Oğlunun felaketinden ziyade, safahatının sahipsizliği tüketirdi büyük şairi heralde.

 

Nazım’ı sürgünlerde ölüme terkeden; Necip Fazıl’ı yaşarken hapishanelerinde ağlatan, vefatından sonra evini yıkan; Akif’i İstiklal marşından ibaret sanan zavallı milletim, silkin ve kendine gel! Şairine, düşünürüne, sanatçına; yani kalbine, yani beynine, yani kendine sahip çık. Tufana kapılmıs ümmetini gemisine çağıran Nuh peygamberin acısını daha fazla yaşatma rehberlerine ve bir an olsun kulak ver seslerine. Bak, ne diyor Akif:

 

sâde garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.
o çocuklarla beraber, gece gündüz didinin;
giden üç yüz senelik ilmi tez elden edinin.
fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı,
hem için, hem getirin yurda o nâfi’ suları.

 

Allah mekanını cennet etsin. Bize de artık onu okumayı nasip etsin…

 (dunyabulteni.net sitesinde yayinlanmistir)

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir