"Enter"a basıp içeriğe geçin

Va Esefa!

Büyük bir şehir düşünün. Mimarları olan bir şehir. Sarayları, revakları, kütüphaneleri, tımarhaneleri, keşhaneleri olan bir şehir. Bir şehirde olması gereken bütün mekanlara sahip bir şehir, ama yine de çok garip bir şehir.

 

Hendeklerinden su yerine mürekkep akar. Kıyısına köşesine inşaa edilmiş büyük fabrikaları yalnızca kağıt başar. O şehirde herkes hırsızlıkla yaşar. Hisarları olan bu şehirde kavga, yağma, çalma çırpma hiç bitmez.

 

Birinci hisar romancıların meskenidir; şehrin oksijeninden istifade eder lakin, yazdıkları romanlarda yaşarlar. Bu mahlukları romanlarının dışına çıkardığınız zaman, az ötede bir kül yığınına kalbolurlar. Belki de bu yüzden, yazdıkları romanlar üzerimizde, bir başka hisarın sakinleri tarafından basılan adi gazete havadislerinin, muntazam fasılalara ayrılmış birer agrandismanı tesiri yapar.

 

İkinci hisar şairlerin meskenidir. Muhteşem cepheleri vardır. Her biri bir diğerine benzer; biraz daha eski, biraz daha yeni ve restore edilmişleri… Çoğusunun arkası boştur ama üzülmeyin, zahire endekslenmiş şehirliler en çok bunlara bayılırlar. Bir şair kendisine yeni bir bina kurmak için eskilerine balyozla saldırırken, bir diğer şairi elinde kuş kafesi satarken yakalarsınız.

 

Üçüncü hisar köşe yazarlarına aittir. Donkişotlar en çok birbirini yağmalayarak geçinen bu insanların arasından çıkar ama onlar kendilerini cüceler ülkesindeki Gülliver sanırlar. Münekkidler ve şehri bekleyen dilbilimci nöbetçiler tarafından da mütemadiyen hırpalandıkları için her tarafları yara bere içindedir. Bu muharebenin bir sebebi de şehir sakinleri tarafından “gündemi aksettirmemekle” itham edilmeleridir. Kalemlerindeki ağır baskıdan kurtulmak için her türlü çareye başvururlar. Yazılarını isyanlar, çığlıklar, kağnı gıcırtıları, mide gurultuları, top tüfek sesleri doldurur. Bütün bu tasvirler sayfalarına posta pulu gibi yapışır. Sebep, kolaya kaçma zaaflarıdır. Kolay düşünmek, kolay yazmak ve tabi kolayca şöhreti yakalamak.

 

Bu deliler ülkesinin tımarhaneleri ve hapishaneleri burada kurulmuştur. En deli olanı bir diğerini daha deli olmakla suçlar ve her daim, en akıllı olan içeri tıkılır.

 

Köşe yazarları aleminde ademi iktidar hüküm sürer. Hiçbiri bir diğerini sevmez. Kuçaklaşmaların arkasında derin bir alakasızlık, nezaketin altında devamlı bir istifhah saklıdır. Bu çorak topraklarda çok nadiren de olsa ümitlerinizi kanatlandıran serin kaynaklara rastlayabilirsiniz. Zerafeti ve vukufiyeti anlaşılmayan bu münbit zekalar çok geçmeden evlerine kapanarak, budalaları kendi sahalarında çaka satmakta serbest bırakırlar. Meydan, yani köşeler, köşesine zekasını sıkıştıranları besler ve büyütür.

 

Basın dünyası çok zalimdir ve zulüm o dünyanın mensuplarını zamanla kasaba çevirir. Gündem, spekülasyon, sansasyon peşinde aç bir kurt iştiyakıyla koşuşturan bünyelerin, meskenlerini başkalarıyla paylaşmaya da asla tahammülleri yoktur. Gündemi kolayca takip edebilmek için yeni yeni sıfatlar bulur, literatürlerine yeni kelimeler eklerler.

 

İşte bu sevimsiz, renksiz ve haysiyetsiz kelimelerden biri, kara saplı bir bıçak agresifliğiyle beynimize saplanıp duruyor; başörtülü yazarlar…

 

Bir tasla kuş katliamı… Tek bir kelimeyle hem egonuzu pışpışlayabilir, hem köşenizin vitrinine renk katabilir; hem de elinizdeki kalem, pardon neşterle rakip ve rakibelerinizi parçalayabilirsiniz.

 

Kimdir bu başörtülü yazarlar?

 

 

Başörtülüleri biliyoruz… Mağdur insanlardır. Onlara sansürlenmiş kadınlar da diyebiliriz. Üniversiteye sokulmazlar, kamusal alandan kovalanırlar. Bir bacağına modernizm, diğer bacağına gelenek ayakkabısını geçirmiş çirkin ve suni bir dev tarafından tekmelenen bu muhteremelere, yeni dünyada seslerini duyurabilecekleri en mütevazi kuytular, kendilerini onların asil mücadelesinin savunuculuğuna adamış gibi görünen köşeliler tarafından dahi çok görülmeye başlandı.

 

İnsanın “Va esefa!” diye haykırası geliyor.

 

Biz bu gevrekliğe ve gevşekliğe bundan birkaç yıl önce İsmet Özel’in o çok özel beyanatlarında rastladık. İlmihal kitaplarından derlediği incileri, yürüyüp geldiği diyarlarda bırakmaya razı olamadığı, “astığım astık, kestiğim kestik” mantığıyla boyayıp bezediği muhafazakar (müzekker mi deseydik?) ruhlu demeçlerini okurken kafamızı gözümüzü nasıl koruyacağımızı şaşırmıştık. Durum o kadar müzminleşti ki, gün geldi hocamızın (fakihimizin, din adamımızın, köşe yazarımızın, siyasimizin, yok yok şairdi galiba) aslında ne iş yaptığını unutuverdik (mühim değil, kendisi de unuttu zaten). İsmet Özel’in başörtülü müminelere doğru havalanan yumruğunu Dücane Cündioğlu’nun tatlı su müslümanlarını kendinden geçirten tavsiyeleri takip etti. Reçel yapın! Ne işiniz var sizin bizim gazetelerimizin köşesinde bucağında! diye kükredi Yeni Şafak’daki köşesinden hazret.

 

Bir başka köşe sahibi amcamız, dar ağacında kıvranan adama, “Hep şikayet, hep şikayet! Biraz da orada havalar nasıl, ondan bahset” diye seslendiği zaman gülmem gerekiyordu ama, başaramadım. Kara kara düşündügümü hatırlıyorum. “Başörtülü yazar” diye çağrılan, yazıları başındaki kumaşın arkasından okunan, ölçülen, biçilen, teraziye bindirilen bir yazar yada yazar adayının bu çağrıya kulak vererek başörtüsü meselesini müslüman efendilerinin inhisarına terk edebileceğine ve farklı konulardan bahsetmeyi başarabileceğine emindim ama, okuyucunun ve hatta, bu çağrıyı yapan dimağların, yazarın vesikalık resminin telkin ettiği o ilk intibadan sıyrılıp, yazdıklarıyla ilgilenmeyi başarabileceklerine hiç ihtimal vermiyordum. Hala da vermiyorum. Son günlerde yazılanları okudukça haklı kanaatime daha güclü bir imanla sarılıyorum.

 

Başörtülü yazar yoktur. Yazar vardır. Bir de yazabilen insanlar vardır. Başörtüsü canım ülkemin bilumum müesseselerinde olduğu gibi, yazım dünyasında da aşılması güç bir barikat, yıkılması zor bir tabudur. Okuyucu kitleniz gayri ihtiyari bir refleksle muhafazakar insanlardan neşet edeceği için takdirle taçlandırılmaz, biteviye tenkidle tırmalanırsınız. Sadece meslekdaşlarınız tarafından değil, hizmet ettiğiniz neşriyatın müdavimleri tarafından da varlığınız pek hoş karşılanmaz. Hisardaki mevcudiyetinizin sebebi yazı kabiliyetinizden ziyade başınızdaki kumaşla gerekçelendirilir. Kalemimizin kudreti, bu zalim önyargının bileğini ebediyete kadar bükemeyecektir. Ödips kompleksinin canına can kattığı bu maskulin tahakküm virüsü yurdum erlerinin damarlarında akan asil kanda mevcuttur. O kan o damarlarda aktıkça da başörtülü yazarlar, sadece “yazar” olamayacaklardır.

 

“Va esefa!”

(dunyabulteni.net sitesinde yayinlanmistir)

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir