"Enter"a basıp içeriğe geçin

Asıl Amaç Kadınları İş Dünyasından Uzak Tutmak

Aslında ülkenin dört bir tarafında çalan trampetlere eşlik etmek ve koroya katılmak devrimci ruhlara yakışmıyor. Çobanın ıslığına göre istikamet değiştirip sürüden ayrılan koyunlardansanız, keçi yollarında dolanır ve hep kurtlarla savaşırsınız. Aynı yolu yürümediklerinizle yol arkadaşı olamazsınız zaten ama onlara kendi maceralarınızı anlatabilirsiniz.

Çok şey yazıldı, çok konuşuldu… Eğer bütün bu yazılanlar ve konuşulanlar arasında aklımdan geçenleri bulabilseydim inanın bu yazı yazılmayacaktı ve bir de ben kafanızı ütülemeyecektim. Aynı yolu yürümediklerimizin bizim maceralarımızı dinlemeye, manzaraya bir de bizim penceremizden bakmaya ihtiyaçları var…

Şunu belirteyim; daha doğmamış kitapları matbaaların rahminden terörle mücadele neşterleriyle kazıyıp çıkaranların kürtajı yasaklama girişimlerine şaşırıyorum. Eğer; fikir, düşünce, eleştiri ve muhalefet kürtajı yasaklanacaksa ve omuzların üzerindeki rahimler özgür bırakılacaksa, varsın cenin katliamı da yasaklansın. Lakin muhafazakar akıl, kolay çözüm(süzlük)lerden yanadır ve yasakları sever. Kürtaj yasakları, sezaryen yasakları, -üstü kapalı- korunma tedbirleri yasakları; düşünme, konuşma, eleştirme, yazma, itiraz etme gibi  yasaklar katlandıkça katlanır ama kaldırılması gereken yasaklar öylece kalır. Kamusal alan yasağı gibi Geçelim…

Kürtaj konusunu üç ayrı kulvarda tartışmak gerekiyor; tıp, sosyoloji ve teoloji… Doktorlarımızın açıklamalarına bakılırsa, kafaları pek derli toplu görünmüyor. Sosyolog ve teologlarımız da onlardan pek farklı değiller ama bazı detayların özellikle dikkatlerden kaçırıldığını ve erk nasıl istiyorsa o şekilde çarpıtıldığını anlamak için deha olmak gerekmiyor. Olayın bir de vicdani boyutu var ki, o boyuta ancak ve ancak kadınları dinleyerek ve onlarla empati kurmaya çalışarak yaklaşabilirsiniz. Erkek egemen bir dünyada meselenin bu cephesinin tam anlamıyla idrak edilemeyeceği muhakkak.

Önce “İslam” bu konuda ne diyor, bir bakalım…

“Şanım hakkı için biz insanı çamurdan, bir sülâleden yarattık.

Sonra onu oturaklı bir karargâhta bir nutfe yaptık.

Sonra o nutfeyi bir alaka yarattık, derken o alakayı bir mudga yarattık, derken o kemiklere  bir et giydirdik, sonra ona diğer bir hilkat neş’eti verdik, bak ne şanlı o Allah,    yaratanların en güzeli.”  (MÜ’MİNÛN suresi 12, 13, 14. ayetler)

***
O ki yarattığı her şey’i güzel yarattı ve insanı yaratmaya bir çamurdan başladı. Sonra da bir sülâleden, bir hakıyr sudan neslini yaptı Sonra onu tesviye edib içine ruhundan nefh buyurdu ve sizin için o işitmeyi, o görmeleri  ve gönülleri yaptı, siz pek az şükrediyorsunuz
(SECDE suresi 7,8, 9. Ayet)

Kur’an’ı Kerim’de gerek insanın ilk yaratılışında, gerekse anne karnındaki yaratılışında çeşitli devrelere, süreçlere vurgu vardır. Tekamül, insanın kainata ilk teşrifinde olduğu gibi, anne karnında başlayan serüveninde de karşımıza çıkar. Yaratılış bir anda olmaz ve anne karnındaki ilk “oluşum”dan “insan” olarak bahsedilmez. Nitekim ayette ruhun üflenmesinin ardından ancak yaşamın ilk genel geçer belirtileri olan işitmek, görmek ve hissetmek kavramları zikredilir. Beyin ve kalp gibi belli başlı organları yaratılmamış, kendisini ve çevresini hissetmeye henüz başlamamış bir kan pıhtısı, insan olarak tanımlanamaz. Kur’an son yaratılış şeklini  “başka bir hilkat” ifadesi ile dile getirdiğine göre, vahiyle donatılmayan fetus’un da insan olarak sayılmadığına işaret vardır.

Bütün bu süreçlerin nasıl geliştiğine, ne zaman başladığına tıp cevap verebilir ancak. Tıp adamlarının bu konuda tam netleşmemiş, çelişkili beyanlarına dikkatle yaklaşılması ve çok zaruri haller dışında kürtajdan uzak durulması hem aklın hem de mantığın kabul ettiği bir gerçek. Ancak bu zaruret hali son derece bireysel gerekçeler de içerebileceği için, resmi yasakların prosedürlere dahil edilerek hem annelerin hem de doktorların ellerinin kollarının bağlanması kürtajdan daha ağır cinayetlere yol açabilir.

Ne yazık ki muhafazakar yönetimler teolojik dayanakları olan hemen her meseleye kendi sığ perspektifleriyle yaklaşmayı prensip edinmişlerdir. Eğer “din” herhangi bir konuda onların istediği istikamette fikir beyan ediyorsa, tamamen pragmatist güdülerin telkiniyle bu avantajdan azami surette istifade etmeye çalışıyorlar. Eğer “din” onların istediğini söylemiyorsa, bir yolunu bulup söylettiriyorlar. Başka mevzularda mezhepçiliğin dibine vuran erk’in, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kullanarak geleneksel  alimleri devre dışı bırakan ve konjonktüre uygun fetvalarla halkı güdebildiğine bu olay vesilesiyle daha yakından şahit olduk. Nitekim mezhep alimlerinin büyük bir kısmı kürtaja ılımlı yaklaşırlar. İmam-ı Azam’a göre “çocuğun İslami ahlaka göre yetiştirilmesinden duyulan endişe” dahi kürtaj için yeterli bir gerekçe sayılabilmektedir.

Velhasıl, insanların dini hassasiyetlerini ikballerine malzeme yapmayı adeta alışkanlık haline getiren siyasiler; kürtaj meselesinde de benzer reflekslerle hareket ederek bir taşla kuş katliamı yaptılar. Hem gündemi alt üst ettiler, hem sağlık sistemine hayli yük olan kürtaj mevzusunun tartışılmasını sağlayarak yasağı içselleştirdiler, hem de tüm muhalif sesleri kürtajı destekleyenler konumuna sürükleyip zayıflattılar.

Meselenin sosyolojik boyutuna bakınca; kürtaj konusunun niçin ortaya atıldığı sorusu da aydınlığa kavuşuyor aslında. “En az üç çocuk” propagandalarıyla halkın içine düşürülen “yaşlanan nüfus”  vesvesesi, kürtaj tartışmalarıyla da beslenip büyütüldü.

Bir süre önce Almanya’da yeni kurulan bir Türk partisinin toplantısına katılmıştım. Partinin amaçları sıralandığında yaşadığım şaşkınlık, toplantının sonuna doğru yerini umutsuzluğa terketmişti. Partililer listenin birinci sırasına “Demografische Wandel (Yaşlanan Nüfus)” problemini yerleştirmişlerdi. Almanya’nın yaşlanan nüfusu diğer Alman partilerini çok fazla ilgilendirmediği için, “Almanya’da genç nesiller filizlendirme görevi”ni bir Türk partisi olarak onlar üstlenmişti. Türk arkadaşların bu acayipliklerinin nedeni ise AKP’nin siyaset akademilerinde kazandıkları ultra üremeci vizyondu. Üretkenliği değil de üremeyi merkeze alan bir vizyon… Umutsuzluğumun nedenini anlamışsınızdır.

Almanya’da kurulan bir Türk partisi AKP’den aldığı akılla Avrupa’da siyaset yapmaya kalkışırsa ilk önce ne yapar? Almanya’daki varlığını Almanya’nın yaşlanan nüfusuna borçlu olan Türk, “yaşlanan nüfus” tantanası yaparak Almanlara “çoğalın ki bir daha Türkiye’den, şurdan burdan misafir işçi getirmek zorunda kalmayın” der.  Bunu derken de radikal sağcılarla aynı şeyi söylediğini farketmez.

“Yaşlanan nüfus” tüm dünyadaki muhafazakâr iktidarların ellerinden düşürmedikleri oy ağıdır aslında. Alman partilerinin bu meselenin üzerinde yeterince durmamalarının nedeni ise iki tarafı keskin bıçak görevi yapmasıdır. Bir taraftan sağcıların oyunu kazanır, diğer taraftan ülkedeki güçlü İsrail lobisinden gereken zılgıtı yersiniz. Zira nüfus yaygarasının altı ırkçı renklerle çizilmiştir.

Avrupa’nın ve Türkiye’nin nüfusu azalıyor olabilir ama dünyanın nüfus problemi yoktur.

Gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin nüfusu azalırken, az gelişmiş veya geri kalmış ülkelerde nüfus patlaması yaşanması ilahi bir mesajdır.  Allah, refah seviyesi yüksek ülkelere, mağdur ülkelerin halklarına –haklarını korumak ve kollamak sureti ile– kucaklarını açma çağrısında bulunmaktadır. Yaşlanan Avrupa’ya vatandaşlarını yollayarak o ülkelerdeki ekonomik ve sosyal canlılığı artırmakla övünen Türkiye’nin, kendi ekonomik ve sosyal canlılığını artırmak için benzer yolları aklına getirmek yerine kendi neslini çoğaltmanın derdine düşmesi nasıl izah edilir? Lider ülke olma hayalleri kuran neo-osmanlıcı kafa, Orta Doğu’da söz sahibi olmak için çırpınıp dururken, ucuz iş gücü göçü ile menfaatler sağlayan Avrupa ülkelerine bu alanda örnek olmayı neden düşünmez de nüfus telaşına düşer? Yoksa “…ucuz iş gücünün de yerlisi…” diyecek kadar faşizmde Hellenist Batı’yı dahi sollamış mıdır?

Gelgelelim, kürtaj yasağını savunurken ajitasyona varan duygusal mülahazalardaki samimiyetsizlik de, muhafazakarların diğer meselelerdeki duyarsızlığına bakılınca su yüzüne çıkar.

Türkiye’deki kadın cinayetleri katliam boyutunu kazanmıştır ancak iktidardaki tek bir kişinin ağzından “kadın katliamı” ifadesini duymazsınız.

Türkiye’deki tecavüz davalarında yaşanan tahrik indirimleri vaka-ı adiyedendir. Ancak hiçbir iktidar yetkilisinin ağzından “hukuk katliamı” ifadesini duymazsınız.

Türkiye’de çocuklara tecavüz edilir. Tinerci çocuklar sahipsiz bırakılır, horlanır. Dizilerde, miting meydanlarında, seyirlik şovlarda, tribünlerde çocuk istismarı yapılır. Çocuklar en ağır işlerde yevmiyesiz çalıştırılır. Hiçbir iktidar temsilcisinin ağzından “çocuk katliamı” ifadesini duymazsınız.

Uludere katliamını dahi, “katliam” olarak nitelendirmekten imtina edenler, kürtajı “çocuk katliamı” olarak deklare edip, “katliam” yaygaraları koparırlar. Bu çekirge kıvraklığı karşısında donar kalırsınız.

AKP’nin çabalarıyla Avrupalı Türkleri dahi etkisi altına alan “yaşlanan nüfus” hezeyanı, faşist nüvelerin nadasa bırakıldığı şuur altının tetiklediği bir sosyal fobidir. Irkçılığın her türlüsünü ayaklarının altına alan ve yedi düveli sancağı altında toplayan İslam dinine inandıklarını söyleyenlerin nüfus endişesi yaşaması düşündürücüdür.

Niçin mi?

Kur’an, açık ve sert bir dille çocuklarının çokluğu ile böbürlenenleri kınar. Kur’an’da çoklukla övünme tutkusunu anlatan tek bir ayet değil, koca bir sure vardır. Tekâsür ‘çoklukla övünmek’ anlamına gelir ve şu ayetlerle başlar:

“Aldatıp oyaladı o çokluk yarışı sizleri. Öyle ki, ziyaret edip saydınız kabirleri.” (Tekâsür, 1,2)

Surenin devamında çokluk saplantısı olanlar yerden yere vurulur ve cehennem ateşiyle uyarılır.

Faal gecelerinde devlete dindar döller vermek üzere zihinleri kurgulanmış insanlar topluluğu, inandığı kitaptan bihaberdir ve uydurulmuş hadis rivayetleri ile rahatlıkla evirilip çevirilir. Nüfus yaygaracılığı sadece etik açıdan sorunlu değildir. İslam’a da tamamen aykırıdır. Daha net ifade edersek; Kur’an’a göre haram olan şey kürtaj değildir. Asıl haram “nüfus hezeyanı”dır. Daha güzel bir gelecek için ne yapabilirim sorusunu sormak ve cevap aramak yerine, insanlarda gelecek endişesi yaratarak siyasi planlar hazırlamak en hafif tabirle; ahlaksızlıktır.

Muhafaza(kâr); “kâr”ını hesaplarken uzun vaadeli bir gelecek planı yapmaz zaten. Kısa ve elle tutulur menfaatler her zaman daha pratik ve göz doldurucudur. Bu yüzden dünyanın gelişmiş devleri, sakıncalarını geç de olsa idrak edip yatırımlarını nükleer santraller yerine solar enerjiye yapsalar da, gelişmekte olan ülkelerin muhafazakâr yönetimleri nükleerden vazgeçmezler. Tek başına bu örnek bile, muhafazakâr bir iktidarın ihtiyarlayan ahaliyi dert edip, istikbale dair kuşkulara kapılarak nüfus şamatası yaptığını söyleyenlerin yalanlarını ibraz edebilir.

Peki amaç nedir?

Bugün itibariyle (06.06.2012) Star gazetesi yazarlarından Cemil Ertem’in köşesinde görebileceğiniz kroki (bknz. http://www.stargazete.com/yazar/cemil-ertem/ekonomi/dunya-ekonomik-forumunun-sirri-ve-beseri-sermaye-gercegi/yazi-599207) asıl amacın ne olduğunu mükemmel anlatıyor. Her ne kadar sayın Ertem, iktidarın gayesine vasıl olduğu halde, mevcut dağılımı sübvanse edip, manzarayı tersten yorumlamaya kalkışmış olsa da pek başarılı olamamış.

Sayın Ertem’e göre; çocuk sayısının fazla olması, kadının üretime katılımını düşürmüyor, çünkü kırsal kesimlerde artan çocuk sayısıyla birlikte kadının üretime iştiraki artıyor. Cemil Ertem’in görmediği veya görmek istemediği entrikalar kırsal kesimlerde çevrilmiyor. İktidar haddızatında kırsal kesimdeki kadının iş dünyasındaki mevcudiyetinden rahatsız değil. Tarlalardaki ağır iş şartları altında inim inim inleyen kadın, hatta çocuk sayısı iktidarı neden rahatsız etsin? Bilakis bu durum işine geliyor. Ucuz iş gücüyle zirai ve ticari rant elde ediliyor.

Muhafazakar tabaka, şehirli kadının iş dünyasındaki varlığından rahatsız. Onları kaloriferli, lüks ofis odalarının konforlu koltuklarında gördükçe içi bulanıyor, tansiyonu düşüyor. İstikbale dair yegane korkusu koltuğunu ve eril iktidarı kaybetmeye dayalı olan efendiler; “nüfusumuz yaşlanıyor, huzur evine döneceğiz” diye felaket tellallığı yaparak, kadınları; kucaklarına birer bebek tutuşturup evlerine göndermenin yollarını arıyor.

Yaşlanan nüfus metaforunun arkasına sığınarak türlü entrikalar çeviren muhafazakârın asıl amacı kadınları gözlerden uzaklaştırmaktır.

Bittabi bu hedefe ulaşmanın daha insani ve vicdani yöntemleri vardır. Bir yandan kadınlara      -kocası dahil- hiçkimseye muhtaç olmadan yaşama alternatifi sunup diğer yandan onları anneliğe özendirerek, Türkiye’yi cennete çevirebilmek mümkündür.

Nasıl mı?

Ev kadınlığı maaşı bağlamak sureti ile; yok sayılan devasa bir emeğin bedelinin ödenmesi, annelik maaşı bağlayarak annelere lafla değil icraatla destek verilmesi, çocuk parası bağlayarak her çocuğun “devlet baba”nın desteğini arkasında hissederek büyümesinin sağlanması, çalışan annelere en az bir yılı maaşlı olmak üzere üç yıl “çocuk bakım izni” imkanı sağlaması, babalara da çocuk izni getirerek, evli çiftlere ‘hayatta her alanda müşterek’liğin ne olduğunun fiilen öğretilmesi gibi bir dizi tedbirle kadınlar; anne olmanın sorumluluğu altında ezilmek yerine, anneliğin hazzını yaşayabilecek ve yetişecek sağlıklı nesillerle Türkiye’yi cennete çevirmenin ilk adımları atılacaktır.

Ne yazık ki tüm bu sayılan tedbirler yurdum muhafazakârına ağır gelir. O, yarına kilitlenmiştir. Yüz yıl sonrasını ise siyasi sloganlarında sos olarak kullanır. Anneliği cazip hale getirecek tüm bu tedbirler, alışkanlıkların kuş tüyü döşeklerinde rahata gömülmüş pragmatist bünyeleri fedakarlıklara zorlar. Olmaz, yani hiçbiri milletvekili; maaşını veya gövde gösterilerinde savrulan paraları kısıtlamaya yanaşmaz.

Ne demiştik; asıl amaç kadınları evlerine yollamaktır. İşte bu yüzden de üniversitelerdeki başörtüsü yasağı kaldırılır ama kamusal alan yasağı kalır ve “yaşlanan nüfus” vesveseleri ekseninde kürtaj tartışmaları köpürtülerek hedefe yaklaşılır.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir