Tuşları adeta tırmalıyor, kelimeleri ekrana birer ateş topu gibi fırlatıyordu.
„Miladımsın sen benim. İkiye böldün mazimi; senden öncesi, senden sonrası…Senden öncesi karanlık, senden sonrası dağınık. Silemiyorum zihnimin kara tahtasında bıraktığın izleri. Kırılmış bir kadeh gibiyim, darmadağın… Hiçbir faraş toplayamıyor beni. Koyamıyorum yerine kimseleri. “
Backspace tuşuna basıverse şimdi ve silebilse geçmişindeki bütün imla hatalarını. Tab tuşuna sadece bir kere dokunmuştu oysa, onun bu kadar uzaklaşabileceğini düşünmeden. Fareyi kırmızı çarpı tuşuna götürdü. Gelen uyarıya „saklama bu zırvalıkları“ emrini verip kapattı bilgisayarını.
Mümkünle imkansızı, beyazla siyahı, yaşamla ölümü, doğruyla yanlışı birbirine bağlayan pamuk ipliğin çözülmesinden ürktüğü için kendisini dört duvara hapsederek hayatın kıyısına fırlattığı o tütsülü gecelerden biriydi, çok iyi hatırlıyordu, çok iyi… Yalan bir dünyanın göbeğinde ama gerçeğin kıyısında bir yerlerde kesişmişti yolları. Islak bir ekim gecesi sürüklemişti onu nehrin bu tarafına. Nehrin sularında yıkanan parmaklarını salmıştı önce ruhunun kılcal damarlarına. Tiril tiril titreyen parmaklar… Suskun, kelimeden yoksun ve ürperten bir feryatla dokunarak dağlamıştı ellerini yıllar sonra.
“Bırakma beni!”
Bir dal gibi uzattı kollarını kırmızıya bulanmış sularda çırpınan masum bir gövdeye ve esrik bir nidayla dolandı kollarına o gövdede çarpan titrek yürek.
“Bırakma beni!”
Yalnız ve gizemli gölgesini takıp terkisine sızdı geceye. Nasıl da küf kokuyordu gece. Naftalin ve bozuk yumurta kokuyordu. Cinnet gibi yalıyordu kafatasını şimdi hatıralar ve kolunun teki bedeninden ayrılmış, yüzünün bir tarafı çatlamış eski bir porselen bebek gibi yansıyordu bedeni kaldırımdaki su birikintisine… Başını gökyüzüne kaldırıp yıldızlara teslim etti gözbebeklerini. Bir parça ışık, minnaçık bir umut dilendi. İki damla yaşla geri çevrildi gözleri. Kanaatkar bir riyazetle kapattı kirpiklerini ve iç güdülerinin pusulasına teslim etti adımlarını.
Taş duvarlarına yerleştirilmiş mumların tavanı siyaha, aktıkları yeri beyaza kestiği ortaçağdan kalma bir şatonun içinde buldu kendini. Binanın derinlerinden mi yoksa kalbinin bir yerlerinden mi, nereden geldiğinin ayrımına varamadığı tanıdık bir ses yankılandı duvarlarda;
“bırakma beni!”…
Hayır, bu ses ona gelmiyor, onu kendine çekiyordu. Çekim alanına doğru ilerledi. Boştu bina, bomboş… Yapılmakta olan bir ayini bozmaktan çekinircesine fısıldadı sese doğru;
“bırakmam seni!” .
Kimsesizleşen, boşalan beynine ne kadar çok benziyordu bu mekan. Bomboş bir kağıt havalandı hafızasında. “Buna bak” dedi o duru ses, o kağıt kadar beyaz bir ses; “buna bak uzun uzun… O zaman anlarsın içimdeki sensizliği”. Beyaz bir yürekten avazlanan, beyaz bir ses. Beyaz kadar her rengi içinde barındırıp hiç renk vermeyen ses, yutkundu ve sustu. “Susma!” demek istedi ama beceremedi. Kalbini bırakarak sırtını döndü sese. Işlanan kırpiklerini omzunun üzerinden uzatılan beyaz bir mendille sildi ve hızla uzaklaştı. Ardından fısıldanan “Hiç değilse mendili bırak, mendil ayrılık getirirmiş” cümlesinin ona sadece dış kapıya kadar refakat edeceğinden emindi. Sonra beyazdan kurtulacak, karanlığa karışacak, unutacak, unutacaktı herşeyi.
Karanlığı, bozuk yumurta, naftalin ve küf kokusunu çekti içine. Bütün kesafetiyle hicran doldu ciğerlerine. Yıldızdan arınmış bir gecenin sabahında araladığında gözlerini, hiçbirşeyi hatırlamamaya yeminliydi. Tek kişilik ve tek gidişlik biletini, beyaz mendille kucak kucağa kıstırıp avucuna, yürümeye çalışan ama sadece sürünebilen bir hayalet gibi oturdu otobüsteki koltuğuna.
Şehrin kirine, toz banyosuna, kalabalığa, şamata ve gürültüye karışırken gevşeyen parmaklarının arasından uçup giden mendilin peşinden birkaç adım sürüklendi önce, sonra vazgeçti. Nuh tufanı gibi başlayan günlerin, telefon sağnaklarının, kağıt bombardımanlarının, aşansör boşluklarının, market reyonlarının, trafik kuyruklarının arasında savrulurken, bir cümle tıklattı bilinç altını; “Hiç değilse mendili bırak, mendil ebediyen ayrılık getirirmiş”…
Hangi merdivenin basamağına, hangi kaldırımın köşesine, hangi duvarın ardına bıraktığını bilemediği beyaz mendili arama, bulma arzusuyla kavruldu içi. Bir kıyısına “bırakmam seni” yazdığı beyaz bir kağıt mendili itinayla katlayıp beyaz bir zarfa yerleştirdi ve nehrin sularında yıkanmış ıslak parmakların sahibine doğru çıkardı yola. Bir hafta sonra posta kutusunda acı bir sürpriz onu bekliyordu. Beyaz bir zarfın üzerine el yazısıyla düşülmüş siyah satırları gözyaşlarıyla ıslattı; Mektubun geri iade nedeni: Adresteki kişiye ulaşılamamıştır…
“Adresteki kişiye ulaşılamamıştır!” bilgisi yapıştı kaldı gözlerine. Sonra yavaşça aktı dudaklarına. Birkaç kere tekrarladı cümleyi, inanmaya çalışarak ama başaramayarak…
Titreyen parmaklarıyla okşadı klavyenin tuşlarını ve ürperten bir çığlık yankılandı beyaz camda;
“Bırakma beni!”
İlk Yorumu Siz Yapın