"Enter"a basıp içeriğe geçin

Ludwigshafen Yangını Çok Şey Öğretti

Geçtiğimiz haftalar içinde Almanya’da o kadar çok zincirleme hadiseler cereyan etti ki, olan bitenleri kafamda toparlayıp kağıda dökmekte zorlanıyorum.

 

Hadiseleri sırayla takip etmeye çalışırsak aşağı yukarı şöyle bir kroki çizebiliriz:

 

Ludwigshafen’den yükselen alevlerden medyaya sıçrayan kıvılcımlar önce gazete sayfalarını tutuşturdu. Gazete sayfalarından, televizyon ekranlarından etrafa saçılan alev topları insanların yüreklerini kavurdu. Akabinde, öfke ve hezeyanla yoğrulan bu kızgın közler Almanlar ile Türkler arasında atıldı, tutuldu… “Sakin olun, daha yangının neden çıktığını bilmiyoruz ki!” gibi aklıselimi devreye geçirmeye çalışan soğukkanlı uyarılar yangından yükselen dumanın ve gözyaşlarıyla ıslanan çığlıkların altında gömüldü kaldı.

 

Akdeniz insanına has bütün meziyetleri ve zaafları bünyesine dercetmiş olan; çabuk üzülen, çabuk sevinen, çabuk sinirlenen, çabuk sakinlesen vatandaşlarımız öncelikle olay yerine geç gelmekle suçladıkları itfaiye erlerinin üzerlerinde söndürdüler hararetlerini. Patlamış bir volkan gibi lavlarını püskürten Türk medyasının teşviki ile de iyice gaza gelen vatandaşlarımızdan biri bir itfaiye erini hastanelik ederek bütün Türklerin konu ile ilgili hassasiyetlerini(!) ve duyarlılıklarını(!) Akdeniz insanına yakışır şekilde ispatladı.

 

Alman medyası da olan biteni süklüm püklüm izleyip, iç geçirmedi tabi. Türk medyasının fevri yayın anlayışını eleştiren Alman gazeteleri, bazı gazetelerin ismini anarak kışkırtıcılık yapmakla suçladı. Marco davasında kullandıkları haber üslubu ve yaptıkları yorumlar ile hafızalarda silinmesi imkansız izler bırakan Alman haber kaynaklarının, dokuz kişinin ölümüyle sonuçlanan bu elim olay vesilesiyle Almanları suçlamakta acele eden Türk medyasını eleştirmesi ise, her iki ülkenin haber ağlarını yakından takip eden bilinçli okurları acı acı tebessüm ettirdi. Olayın arkasından geçen her yeni günde biraz daha sınırlarını zorlayan, siyasete bulanan, çığrından çıkan trajediler yüzümüze serilen acı tebessümü çok geçmeden aldı götürdü. Tebessüm gitti, acıyı bir gölge gibi arkasında bırakarak… Dumanlar fışkıran pencereden boşluğa bırakılan bebek resmi ile belleğimize yapışan manzaranın refakatinde takip etmeye devam ettik haber bültenlerini.

 

Garip bir tesadüf eseri önce Alman bakanın Türkiye ziyaretine, ardından başbakan Erdoğan’ın Almanya ziyaretine tekabül eden, üstüne bir de eyalet seçimleri arifesine denk düşen bu şaibeli yangın faciası, Almanyalı Türkler üzerinden ve Almanyalı Türkler üzerine serdedilen ilginç çıkışlara, çılgın yorumlara, savruk, travmatik, politik şovlara kapı araladı. Erdoğan’ın olayın nedenini incelemek için Türk uzmanlar göndermek istemesini Almanya’ya duyulan güvensizliğin bariz bir tezahürü olarak telakki eden Alman basını, dumanı tüten yangın evini alt sütunlara çekip, entegrasyonla ilgili ne kadar menfi gelişme ve haber varsa manşetlerine taşıdı. Erdoğan’ın sağduyuyu teşvik eden demeçleri ile kalemlerini hizaya çeken Türk medyası ise, yangının nedeninin ortaya çıkarılamaması ile birlikte ansızın tuhaf bir sükunete büründü. Türk gazeteleri ve televizyonları eski gündemine dönünce, yani başörtüsü tartışmalarına gömülünce, yangınla ilgili gelişmeleri sadece Alman gazetelerden, Alman haber portallarından takip edebildik. Türk basını için bu hadise bir anda mazi olmuştu sanki. Almanya’da cereyan eden vukuatlar ancak ve ancak ırkçılarla ilişkilendirildiğinde bizim medya erlerimiz için haber değerini haiz olabiliyorlardı demek ki.

 

Tepki göstermeyi feveran etmek, atıp tutmak, asıp kesmek; sağduyulu olmayı ise elini ayağını çekmek, sırtını dönmek ve hiç olmamış gibi yoluna devam etmek olarak algılayan Türk medyasının dengesizliklerine defalarca şahit olduk lakin yangın felaketi bize başka gerçekleri de ifşa etti.

 

Avrupalı Türklerin gören gözü, duyan kulağı, yükselen sesi olması gereken ancak, uçmaya çalışan ve vakitli vakitsiz öten bir kümes hayvaninin beceriksizliğiyle sapla samanı harmanlayan, kaş yapayım derken göz çıkaran Türk basın mensupları ne Avrupa’yı tanıyorlardı ne de Avrupalı Türklerin menfaatleri konusunda bir hassasiyet taşıyorlardı. Kulaktan dolma fısıltılarla yangının ırkçı bir saldırı olacağına kanaat getirip, çala kalem devasa manşetlere döktükleri sloganlarla acılı vatandaşları galeyana getirmek isteyenlerin reyting uğruna ne kadar düzeysizleşebileceklerini gördük. Gördük ve anladık ki, bizim basınımızın gözünde her Alman, elini kana bulamaya hazır Türk düşmanı bir Nazi, Almanya’da yaşayan her Türk de içinde bulunduğu tehlikeye(!) bigane, cahil, garip,  zavallı bir potansiyel kurbandır.

 

Başımıza gelen her musibette gizli hayat dersleri, sayısız hikmetler saklıdır. Ludwigshafen felaketinden mütevellit akıllarımızda yer eden tecrübeler ve öğretiler bunlarla sınırlı değil.

 

 

Berber dükkânları, dişçi muayenehaneleri ve benzeri yerlerde okunsun diye yayınlanan bulvar gazetelerinin bezirgânlarının, Almanları Hitler’in uşakları ilan eden bed, cıvık ve sarsak düzyazı örnekleri dışında, usulünce faciayı ve Alman politikasını yorumlayan eli yüzü düzgün bir yazıya rastlayamadık. İrfanına ve vicdanına itimad edebileceğimiz yazarların cümlesi başörtüsü meselesine öylesine yoğunlaşmışlardı ki, muhtelif vesilelerle kendilerini davet eden ve baş tacı yapan Avrupalı Türk kardeşlerine başsağlığı dileme nezaketinde dahi bulunamadılar.

 

Velhasıl, Türkiye’nin düşünen beyinlerinde kayda değer bir yer işgal etmediğimizi öğrendik.

 

Başka şeyler de öğrendik…

 

 Örneğin, bir taşla kuş katliamı yapmayı planladığı aşikar olan başbakan Erdoğan,  başsağlığı dilemek, Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda müşaverelerde bulunmakla birlikte ziyaretini bir de şova dönüştürerek seçim yatırımı yapmaya kalkışınca, nezdimizde Almanya’nın entegrasyon politikasına ne kadar uzak olduğunu belgeledi. Çok çok uzun yıllar önce yapılması gereken, artik zaman aşımına uğramış ve çok geç kalınmış yatırımlardan bahsederken diline “Asimilasyon” ifadesini dolamaktan çekinmeyen başbakanın iyi niyetli tekliflerini şiddetle eleştiren Merkel’in de, ülkesinde yasayan Türklerle ilgili ne denli empati yoksunu bir başbakan olduğunu öğrendik.

 

Bir başbakan olduğunu öğrendik diyorum çünkü sayın Şansölye, Türklerin Erdoğan’a gösterdiği ilginin bünyesinde yarattığı kıskançlık krizleri ile ansızın Almanyalı Türklerin de başbakanı olduğunu hatırladı ve üstüne basa basa hatırlatma ihtiyacı duydu. Merkel’in, -her ne kadar icraatlarine yansıtmakta zorlansa da- başbakanımız olduğunu hatırlaması sevindirici bir gelişme olarak kabul edilebilirdi tarafımızdan ancak göçmen Türk gençleriyle birlikte Erdoğan’ın da katıldığı toplantıda yaptığı gaflarla geleceğe dair filizlenmeye başlayan umutlarımızı elinin tersiyle silmiş süpürmüştü sayın başbakan.

 

Mezkur toplantıda; yayın çizgisiyle, attığı manşetlerle, yüklendiği misyonla artık sadece ülkede yasayan Türk kökenli vatandaşlara değil, bir beyine ve bir vicdana sahip Alman vatandaşlara da “illallah” dedirten bulvar gazetesi Bild’den övgüyle bahseden ve bu gazeteyi adeta örnek gazete gibi sunan Merkel, önyargılardan müşteki başörtülü bir kızın sorusuna verdiği absürt cevapla da, halihazırda yerlerde sürünen morallerimizi  ayaklarının altına aldı ve ezdi.

 

Sorulması gerekiyor diyordu Merkel, kızın başörtüsünden alamadığı gözlerine kafatasındaki soruları sığdırmaya çalışarak ama sormaya bir türlü cesaret edemeyerek. “Niçin başınızı örttüğünüzü sormak gerekiyor, çoğu insan bunu sormaya cesaret edemiyor. Kendi isteğinle mi yoksa ailenin baskısıyla mı örttüğünü sormaları gerekiyor” diye devam etti Şansölye, o nev- i sahsına münhasır bilge(!) edasıyla.

 

Merkel’e göre Almanlar sormaya cesaret edemiyorlardı. Başbakana göre bütün problem burada yatıyordu. Belki de hakliydi. Belki de en büyük sorun gerçekten de olması gerektiği kadar cesur olamamakta yatıyordu.  Nitekim ne başörtülü kız ne de salondaki diger başörtülü kızlardan biri Merkel’e söylenmesi gerekeni; yani artık başörtülü Türk bayanların sorgulanmak yerine kabul görmek istediklerini, kırk yılı aşkın bir zaman diliminde aşılamayan takıntıların insanları sorgu suale tutarak izale edilemeyeceğini, farklılıkları kabul edebilme erdem ve refleksinin entegrasyon politikalarının bir parçası olması gerektiğini, Türklerden Almanların alışkanlıklarını almalarını talep ederken Almanlara da farklı kültürlerden insanları benimsemenin artik elzem olduğunu izah etmeyi unutmamaları gerektiğini söylemeye cesaret edemedi. Gerçi Şansölyemiz işine gelen soruları cevaplamakta, işine gelmeyenleri sonraya bırakıp unutturmakta bir hayli mahirdi…

 

Uzun, yoğun ve çalkantılı haftalardan sonra sular biraz durulmaya başlarken yeni bir yangın haberi düştü ajanslara. Baden-Württemberg’de çıkan yangında ölen ve yaralanan olmamasına şükrediyor, yangınzedelere geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Ludwigshafen yangınında hayatını kaybeden vatandaşlarımıza da Allah’tan rahmet, geride kalanlarına başsağlığı diliyoruz.

(timeturk.com sitesinde yayinlanmistir)

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir