"Enter"a basıp içeriğe geçin

Süslenmek kadının doğasında vardır!

 “Aşırı rasyonalizme“ karşı bir tenkid olarak sunulan “Kahramanlar nazariyesi“nin vatanı Almanya’dır. “İlhama mazhar kişiler doktirini”nin babası Fichte büyük bir dehadır ve “hakikat”in kabukta değil çekirdekte saklandığını söyleyerek devrim yapmıştır. Kainatta herşey bir görüntüdür, surettir… “İlahi ruh” ise bütün bu görüntülerin arkasında gizlidir. Kahramanlar, peygamberler görüntülerin derununda bulunan “ilahi ruh”u görmek ve göstermek üzere gönderilirler evrene… “İlahi ruh” her devirde başka bir dil kullanır. “Deha” bu dili bilen ve öğreten insandır.

Din” insan hayatının en mühim parçalarından biri… Eşyanın mahiyetini tayin eden, vasıflarını gösteren kudret ise “iman”. İnanç sayesinde insan “görüntü” denen peçeyi sıyırır.

Çağdaş Avrupalı için “dinkalp’dir oysa ve Almanya muhteşem filozoflarının etkilerinden sıyrılamadığı içindir ki, kalbini eğitim tedrisatının içine almış ve okula sığdırmıştır. Okullarda sıralara dökülen kalp; sokağa çıkılınca eski yerine dehlenir. Kalp öğrenilir ama teşhir edilmez, sergilenmez, mahremdir, gizlidir…

Her meselenin bir teorisi vardır Batı’da. Kalbin de, aşkın da, duyguların da ve tabi dinin de bir tekniği, terminolojisi vardır. Yazan, konuşan, rehberliğe soyunan her insan, uzmanlık dalı ne olursa olsun, din meselesinin üstünü çizemez veya onu ihmal edemez. Sıradan Avrupalı ne kadar din cahili ise, entelektüeli de o kadar alimidir. İyi bir sosyolog aynı zamanda iyi bir teologdur ve iyi bir teolog çok iyi bir siyaset bilimcisi olabilir. Hiçkimse İslam’ı çok iyi bilen bir Katolik bir rahiple tanışınca şaşırmaz ama Yahudiliği bilmeyen bir sosyal bilimler uzmanına, araştırmacıya veya yazara kimse itibar etmez.

Gelelim Türkiye’ye…

Benim yurdumda halkın büyük bir yekûnu müslümandır ama “İslam” sadece din adamlarının inhisarına terkedilmiş, kapısına “içeri girmek yasaktır” levhası asılmış kutsal binadır. Din kutsaldır, hassas noktadır, bam telidir cemiyetin ve “obskurantizm” en çok bu binaya ilgi söz konusu olunca dişlerini gösterir.

Oysa kişisel anlamda ilgi alanınıza girmese de, mensubu olduğunuz din sizi o binaya doğru cebren sürüklemektedir. Bu ısrarlı davete direnseniz dahi; okuyan, düşünen, araştıran bir müslüman olduğunuz için elinizde tuttuğunuz pusulanın ibresi size o binayı göstermektedir. Bu pusulayı kaale almasanız dahi “İslam” yaşadığınız çağın en güncel targetidir ve karşı koyulamaz bir baskıyla modern dünya sizi bu cidale mecbur etmektedir. Üstelik başınızdaki örtü yüzünden, karşı cinsten müslüman kardeşlerinizin doğuştan sahip oldukları takiyye lüksünden de mahrumsunuzdur. Müslüman olduğunuzu her yerde, her ortamda ve her vesile ile başınızdaki örtüyle haykırdığınız için, dini ihtisas konusunda göstereceğiniz karşı direnç sizi çıkmazlara sevkedecektir.

Öyleyse eğitimli bir müslüman olarak veya başörtülü bir müslüman bayan olarak İslam’ı iyi bilmek zorundasınız. Peki bu zorlu mesai sonunda Fichte’nin işaret ettiği zahiri dünyadan sıyrılıp, hakikatler diyarına sızdığınız zaman ne olacak? Allah’ın “rahim” sıfatının tecellisi olan ve bir altın kolye misali boynunuza asılan cinsel kimliğinize matuf o ince, o derin, o zarif hikmetlere vasıl olmamak için köşe bucak kaçacak ve saklanacak mısınız? Dininizin size tahsis ettiği mekânın, asırlık hegemonyanın çizdiği sınırlardan çok daha geniş, çok daha şümullü ve konforlu olduğunu farkettiğinizde susacak mısınız?

Susamazsınız!

İslam eğer müslüman kadının süslenmesini değil, kendini teşhir etmesini yasaklıyorsa ve son derece haksız ve arsız bir surette en tabi hakkınız gasbediliyorsa nasıl susarsınız? Kur-an‘ın en vazıh şekilde;

 “De ki: ‘Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?’ (A’raf/7:32)

buyurduğunu bildiğiniz halde, Allah adına yasaklar icad edenler incinmesin diye üç maymunu oynarsanız ve yadırganmamak, yalnızlaşmamak ve daha fazla yorulmamak için susup köşenize kıvrılırsanız mahkeme-i kübraya hangi yüzle çıkarsınız?

Bir önceki yazıma yapılan tenkidler ve “açıklama yapma” talepleri, “İslam’da kadının süslenmesi” konusunun etraflıca tartışılması gerektiğini gösteriyor.

İslam kadının süslenmesini yasaklamış mıdır?

İslam’ın itidal dini olduğunu biliyor ve kabul ediyoruz. Estetizmin ise mutedil ölçüler içinde bilakis teşvik edildiğini bilmemek değil, öğrenmemek; öğrendiğiniz takdirde ise söylememek suçtur.

Yanlış bildiğimi veya şaşırdığımı farzedelim ve geçelim…

Peki, Asrı Saadet kadınlarının yaşadıkları çağın; kına, sürme, tütsü gibi kozmetik ürünlerini kullandıkları bilgisini nereye gömelim? Bu bilgi, bu satırların yazarına ait değil dostlar. Kına ve sürme gibi süs malzemelerinin ise ruj veya rimel gibi dışarı çıkarken, bir koşu yıkanıp temizlenebilecek bir içeriğe sahip olmadıkları, sürüldükleri zaman kalıcı oldukları ve bu kalıcılığın bazen aylar sürdüğü bilgisi de her izan sahibinin malumudur. Hal böyleyken hangi akla dayandırılıp Hz. Aişe validemizin elindeki kınayı, gözündeki sürmeyi dışarı çıkarken temizlediği öne sürülebilir? Asrı Saadet kadınları kına sürmüyorlar mıydı? Yoksa sürdükleri zaman aylarca dışarı çıkmıyorlar mıydı?

“Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Hud, 51)

Burada da nefsime yenildiğimi kabul edeyim de sizi daha fazla üzmeyeyim diyorum ama karşıma delil diye sunulan ayetler çıkıyor?

“Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar müstesna, zînet (yer)lerini göstermesinler”(Nur, 31)

“Ayette zinet’ten kasıt nedir?” sorusu bir ok gibi çakılıyor beynime. Sizin beyninize çakılmıyorsa “çakılsın o zaman” derim. Bu ayette sürmeli gözlerle sokağa çıkmak mı yasaklanmıştır gerçekten? Yoksa kadın bedeninin tahrik eden bölgelerinin saklanması, yani müstehcenlikden kaçınılması mı salık veriliyor? Ayete devam edelim;

“Gizledikleri zinetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar”.

Yüce yaradan kadınların ayaklarını yere vurarak yürümesini istemiyor… Çok yapılan ve insan aklını rafa kaldıran yoruma göre bu ayette “bildirilmesi yasaklanan nesne” kadınların ayaklarına taktıkları halhaldır. Anlaşıldığı kadarıyla, bu yorumun sahipleri olan ve şangırtıdan tahrik olunabileceğini düşünen zevat, kendi cinsel zaaflarını genele teşmil edecek kadar gafildirler ya da sağlıklı bir erkek psikolojisine tamamen yabancıdırlar. Sağlıklı bir erkeğin şıngırtı sesinden tahrik olmayacağını biliyoruz ve zinet’in kadın bedenine vurgu yaptığını da biliyoruz. O halde ayette ayaklar yere vurularak yüründüğü takdirde; heybetlerini ve çaplarını bariz bir şekilde ortaya çıkaracak olan, tahrik gücü yüksek ve tabi, sadece kadında bulunan “göğüs” denen organların ortaya salınması, gözlere sunulması, teşhir edilmesi yasaklanmış, özetle “müstehcenlik” haram kılınmıştır. Eğer ayette makyaj yapmak men edilmiş olsaydı, “el ve yüz” tesettürden muaf tutulmaz veya ayet kapsamında iştigâl edilen meseleye uygun olarak, kadınların sürme sürmeleri, kına yakmaları zikredilir ve bunların hepsi yasaklanırdı.

Konunun biraz da terminolojik boyutuna eğilelim ve her meselede içine düstügümüz şu rezil “kavram karmaşasına” fener uzatalım. Estetizm, erotizm, porno, müstehcenlik, teşhircilik gibi kavramların her birinin teker teker ele alınıp incelenmesi icab ediyor ancak bana tahsis edilen yer daha fazla teferruata girmeme müsade etmiyor.

Sadece “Estetizm” kelimesini ele alalım…

  “Estetizm”in İslam’daki yerine bakınca karşımıza çok düşündürücü bir manzara çıkıyor. “Güzellik” İslam’da öyle büyük bir yer işgal ediyor ki, bir peygamber Allah’ın “güzel” sıfatıyla donatılarak irşad sahasına çıkarılıyor ve bu vasfıyla imtihan ediliyor; Hz. Yusuf… Hz. Yusuf “güzelliğin” ve güzel olan herşeyin timsali olarak boy gösteriyor peygamberler tarihinde ve onun şahsında tüm güzellikler övülüyor, yüceltiliyor.

Güzelliğe, yani zahiri görünüşe yansıyan letafet ve zerafete bu kadar önem atfedilmişken ve her erkeğin favori kadınının; gerek eski çağlarda, gerekse de içinde bulunduğumuz yüzyılda “güzel kadın” olduğu kabul edilmişken, fitraten “güzel görünme” arzusuyla donatılmış olan “kadın” denen cins-i latif’e süslenmeyi yasaklamak en hafif tabirle zalimliktir. Kaldı ki, “güzellik” ne İslami literatürde ne de onun mistik fraksiyonu olan Sufizm’de tahrik edici bir unsur olarak ele alınmamış, bilakis “kadın” Allah’ın “güzel” sıfatının tezahür ettiği varlık olarak sembolize edilmiş ve ihtirama mazhar kılınmıştır.

Güzel bir kadın fitne unsuru değildir. Vucudunu sergileyen, güzelliğini bir silah olarak kullanan ve dikkatleri üzerine çekecek düzeyde süslenme keyfiyetini abartan kadın İslam ahlakına ve adabına aykırı hareket ettiği için “günahkâr” dır, ziyandadır. Bu cins kadın; yaptığı abartılı makyaj, tercih ettiği kılık kıyafet, hal ve davranışlarıyla kendini karşı cinse pazarladığı için, İslami anlayışa göre “özgür kadın” vasfını kaybeder ve cariye statüsüne kayar.

Meselenin sosyal hayatta açtığı yaralara da değinmekte fayda var.

Kadını kendi sermayesi olarak algıladığı için onun kendisine has bir takım fıtri ihtiyaçları olabileceğini düşünemeyen anlayış, yaptığı haksızlıkların bedelini çok acı öder. Kadının doğasına yapılan müdaheleler onu erkeğinden uzaklaştırır. Kendine ait arzu ve isteklerinin olamayacağını, bedeni ve ruhuyla ilgili tüm tasarruflarının evlendiği erkeğin filitresinden geçtikten sonra ancak fiiliyata aktarılabileceğini düşünen kadın zamanla hayat arkadaşını bir   eşya gibi görmeye başlar. Kocası hücresindeki hasır iskemledir ve sadece işine yaradığı için kıymetlidir. Süslenmek ancak izdivaç taleplerinin sayısını artırmak için yapılan bir yatırımdır. Evlendikten sonra bu yatırım bir mühlet daha yapılmaya devam edilir ancak zaman geçtikçe küllenen aşkla birlikte, onun için sarfedilen efor da erir, tükenir. Kadının doğasındaki “güzel görünme” duygusu dini bir takım dayatmalar ve egemen zihniyet tarafından törpülenmiştir ve evlenerek haddızatında amacına ulaşmış bir kadın için “süslenmek” hiçbir getirisi olmayan, çevresine her daim açıklanmak zorunda kaldığı güç bir eylemdir. Kadın üç yıllık eşini; uzamış bıyıkları, yırtık çorapları, lekelerden dolayı rengini kaybetmiş mutfak önlüğü ile kapıda karşılamakta hiçbir beis görmez.

Yazının sonlarına yaklaşırken, bugüne kadar “ İslam’da kadın” mevzuunda yazdığım yazılardan, yaptığım yorumlardan kazandığım tecrübeleri düşünüyorum ve ne yazık ki kendimi hiç sevmediğim birşeyi yapmak ve özel tercihlerim hakkında malumat vermek zorunda hissediyorum. Bu yazının sahibi her daim mütevaziliği tercih etmiştir ve sadeliği ön plana alan bir estetik zevke sahiptir. Yazdığım konuya şahsımın bulaştırılmaması için ve muhtemel kişisel sataşmaları önlemek için daha açık bir şekilde yazmak istiyorum; makyaja düşkün ve gününü süslenerek geçiren bir kadın değilim ve bu kategorideki hemcinslerimden de utanıyorum. Buna rağmen, kişisel tercihlerimizin bizi gerçekleri gizlemeye veya onları tahrip etmeye itmemesi gerektiğini düşünüyorum. Amacım, İslam’ın kadına verdiği doğal bir hakkın gasbedildiği gerçeğini dile getirmek ve çok yanlış bilindiğini düşündüğüm bir konuyu “müslüman bir kadın” olarak kendi zaviyemden özetlemektir.

Sadre şifa olacaksa ne mutlu bana…. Sürçü lisan ettimse affola ve tabi,

En doğrusunu Allah bilir.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir