Minyatür bahçelerindeki dağ lalelerinden birinin zarif boynuna takıldığında kalbim… Kalbimin en kuytu köşesinde yer yer çoban çantası nakışlar kıvrılıp, salıverince son rüzgara son yaprağını süsen…
İşte o an, fırçamın kağıda düşürdüğü alevlere saplanıp, tek soru ile kapanır kirpiklerim, „mühreli kağıtlar neden yanmıyorlar? “…
Batarsa yabani güllerin dikenleri parmaklarıma ve iki damla kanla alev alev… Bir çocuğun ürkek bakışları arasında, yanarsa tecrit iklimlerinde „mecnun-i bi-çare“ varaklarında kalbim… Yanar mı sol kenarı ebrulu şiirlerim o zaman?
Batı`lı ufuklarda güneş, ay ve onbir yıldız raksederken. Eteklerine asılıp semazenlerimin… O iki sözcükten ibaret oryantel soru, „Elestü bi-Rabbikum“ ve “Beli“ cevabıyla titrerse dudaklarım… Yanaklarımda al al laleler, ölmek ya da çizmek arasında kıvranırsa beynim… Tütermi tütsülerim? Ya buhurdanlarım?
Bir elif ba ekseninde devri alem ederken en munis tasavvurlarım ve bir elif miktarı „Allah“, dört elif miktarı „nefsim“ çekince her daim nefesim. Kaybettiğim yanlarımı toplayıp tek elden, tek olana yürüyemiyorsam, nasıl yanar zümrüt yakutlarım? Nasıl aydınlanır zindanım?
Ben yoksam bir minyatür kitabının ilk sahifesindeki hıçkırıklarda. İlk sahifede besmeleyle birlikte soluk bir tebessüm bırakamıyorsam yedi düvele. „Ben yokum, O var! “ diyemiyorsam derviş diliyle. Siyah beyaz bir fotoğrafta „vücud-i enver bir an-i seyyalenin“ mahsun sukunetinde çağlıyamıyorsam sessiz sessiz… Ve yine „ben yokum, O var! “ diyemiyorsam… Eskizlerim tarumar, tuvalime dökülmez sancılarım.
Sancılarım depreşebilse derinlerde ve yine tezhiplerde renk renk, nakış nakış dile gelebilse yüreğim. Bir hat-i besmelede, Elif`in gerdanına sarılıp, Sin`nin dişlerinde törpülense kimliğim ve Mim`de hiçlenebilsem. Belki o an içimdeki gizli cevheri bulur, en bedbin, en bitkin hallerimi, bir türlü yapıştığı kayadan kopmak istemeyen midyenin saflığı ve ödlekliğini atarak üzerimden, dökülebilirim denizlerine…
„Ya Hak! “ kaçarak hayatın kaygısından, gül bordosu kitapların sahifelerindeki aydınlığa sığınabilmek için, savuruyorum yaprak yaprak bütün heveslerimi çizgilerime. Çizgilerimde yosun renginde ebruli danteller… Çığlıklarım, çığlıklarım; yani kızıl kara taraflarım, doğacak erguvanlarımın sancılarındandır. Renklerde üşüyüp, renklerde yanmam, biçimde çalım satıp, siluetlerde canlanmam şaşkınlığımdandır.
Gel donat içimi!
Sevdirme aynadaki suretimi bu denli.
Kaybettir varlığında gölgeleri.
Ve bildir bilmediklerimi, biçim ve renkleri, dizayn ve stilleri,
şakk`i kamer`i.
Mavi bir akşamın göklerinde açılan bir aralıktan süzülüver içeri.
Ak ve dağıl sayfalarıma,
siz renklerimden.
Islat sayfalarımı,
gözlerimi ıslattığın gibi…
„Ya İlahi! “
hilalin, zifiri gecenin karanlıklarından sıyrılıp tüllerimde arzı endam etmeye başladığı anlarda; arşın yedinci katında dans eden hurilerden birinin sırma saçlarından kurtulup paletime düşer bir nar çiçeği. Gökkuşağının renkleriyle sarhoş olur, ehramlara taş taşırım bütün gece… Duygular alevden bulutlar sevgili! Alevden bulutlar taşır beni sana. İşte o yüzden çizgilerime alevden hareler, renklerime çöl kızıllığı karışır.
„Ya Rab! “
Velevki kağıtta temize geçirilmişlerin müsveddesi olsun şu kalbim! Ilıklığıyla en masum günahların ve bir bebek saflığıyla sana doğrulduysa, yoktur en küçük kaygısı kaybolmaktan, huzurdan kovulmaktan. Elest bezminden bir sevgilinin himmetine bırakılmışsa şairliğim, nakkaşlığım, kadınlığım…
Günahım yok, ben sadece sana aşığım…. Ve yıkıntılarımın altındaki inci taneleridir allı morlu, gül kurusu tablolarım…
İlk Yorumu Siz Yapın