Beşikler vermişim Nuh‘a
Salıncaklar hamaklar
Havva Anan dünkü çocuk sayılır
Anadolu‘yum ben, tanıyor musun?
Ahmed Arif
Emperyalizmi anlamak, kapitalizmi kavramak, modernizmin kodlarını çözmek ancak insanlık tarihini yeniden yazmakla mümkündür. Kolonyalist Avrupa kültürünün Doğu sendromu o kadar eski ve köklüdür ki, sömürge psikolojisini yerlilerin genlerine işlemeyi başarmıştır. Bu yüzden arkeolojik kazılara sudan sebeplerle engeller konulur; çok Tanrılı dinler tarihi, mitoloji öğretilmez ve Ankara’nın Hitit güneşli sembolü dahi değiştirilir.
Hitit güneşi kimleri ve niçin rahatsız eder?
Soruya zamanda yolculuk yaparak cevap arayalım…
Biraz gerilere gidelim… Biraz dediysem 9500 yıl öncesine kadar. Yer Doğu Anadolu, bugünkü ismi “Çayönü”.
Ne işimiz var orada?
Uygarlığın, yani yerleşik hayatın nerede başladığını merak etmiştik. Grek Arkeologlar müzelerindeki birkaç parça çanak çömleğin neolitikliğinden dem vurarak “biz uygarız, siz barbarsınız” demişlerdi.
Kafamız karıştı, moralimiz bozuldu… Oturup düşünmeye, hatta adım adım atalarımızın izlerini geriye doğru takip etmeye karar verdik. Bir baktık ki Çayönün`deyiz.
Ne var burada?
Bir yerleşim yeri var. Öyle iki üç parça çanak çömlek değil, tarım yapılan bir köy var burada. İzleri takip etmeye devam ediyoruz. Çatalhöyük`e düşüyor yolumuz. Derken kendimizi Hacılar`da buluyoruz…
Anadolu mütebessim, ısrarla saklanmaya çalışılan gerçeğini fısıldıyor kulaklarımıza:
Uygarlık bende başlıyor evladım, güneşin doğduğu yerden.
ANADOLU; Anatolia.
Güneşin doğduğu yer. Uygarlıkların beşiği, anaerkinin merkezi. Ana tanrıça tapımı ile birlikte başlayan yerleşik hayat… Bugünkü tanımı ile „uygarlık“.
Nasıl başlıyor uygarlık?
MÖ 10 bin-8 bin yılları arası… Batı Avrupa henüz buzullarla kaplıdır. Güneş önce Anadolu’yu kucaklar. Bu yüzden güneşin doğduğu yer, Doğu (Morgenland) denir Anadolu‘ya. Buzulların yavaş yavaş erimesiyle birlikte ortaya çıkan bitki örtüsü güneşe kavuşur. Isınan iklimle birlikte toprağı tanımaya başlayan insan, tohumu keşfeder. İlahi ilhamla tohumun dilini çözmek, ona hükmetmek tarım devrimini, tarım devrimi yerleşik hayata geçişi getirir. Toprakla kurduğu bu ünsiyetin sağladığı güvenle insanoğlu, ölülerini sevdiği eşyalar, yiyecekler ve giyeceklerle birlikte onun kucağına teslim eder. Cenin şeklinde gömülür insanlar toprak ananın kollarına, yeniden dirilişe var olan güçlü bir inançla. Soğan sevenle birlikte soğanı, elma sevenle elmayı, et sevenle eti gömerler. Toprak kendisine duyulan bu güven duygusunu bereketle ödüllendirir. Bolluk ve bereket fışkırır Anadolu topraklarından. Ölenleri geri gönderemez Anadolu, ama göğsünde yeşerttiği çeşit çeşit yiyeceklerle insanoğlunu teselli eder…
Toprağın „ana“ sıfatıyla payelenmesi de bu mutlu sonla birlikte gelir. Cenin şeklinde toprağın rahmine gönderilen ölüler, neolotik bir sıçramayla yeniden doğmuşlardır. O halde Anadolu insanı için toprak bir „ana“dır. Doğuran, besleyen, yediren, içirendir.
Toprağın ana oluşu uygarlığın başlangıcına işaret eder ve taşıdığı isimle birlikte „ANAdolu“, uygarlığın nerede başladığıni ifşa eder. Avrupa için ise toprak „baba“dır. Vatanı da „Vaterland“, yani „baba“ vatandır…
Ana Tanrıçanın doğumu
Yerleşik hayat Anadolu insanına ölüm ve yeniden diriliş mevzularında derin tefekkürlere dalma imkanı sunar. Ana diye andığı toprağa çevirir bakışlarını. Tıpkı onun gibi doğuran, besleyen, büyüten bir kadın canlanır hayalinde ve ilk ‘Ana Tanrıça’ dünyaya gelir. „Ana Tanrıça“ etine dolgun, kucağındaki bebekleri emziren, anaç bir kadın. Anadolu insanı onu tanrıların anası, bereketin ve üretkenliğin simgesi; bereket ana, toprak ana diye çağırır. Anadolu`da müsait bulduğu her alana mabetlerini diker; taşlara, kayalara resimlerini kazır; topraktan heykelcikleriyle evini, ekinini kutsar. Kilimine ilmek ilmek onu dokur, çanağına çömleğine renk renk onu işler.
Anadolu’ya neolotik dönemden itibaren anlam boyutunda imzasını kazıyan Ana Tanrıça, imgesel anlamda ilk olarak Çatalhöyük, Çayönü ve Hacılar’da bulunan heykelciklerde somutlaşarak karşımıza çıkar. Dünyanın en eski Ana Tanrıça heykellerinin bulunduğu coğrafya: Güneşin Doğduğu yer ‘Anatolia’daki anaerkil yapılanmada erkeğin kadına köleliği değil; duyguda, fikirde ve fiiliyatta eşitliği söz konusudur.
Gün geçtikçe büyür Ana Tanrıça’nın yüzündeki insan gülümsemesi. Nasıl gülümsemesin ki, kıymetinin idrakinde bir medeniyet onun kollarında filizlenir. Kadın „ana“ dır, ana kutsaldır. Anadolu önce anaların vatanıdır.
Hattiler, Hititler, Frigler ve Kibele
Anadolu`da yerleşik düzene geçen, güçlü bir uygarlığın temellerini atan ve geliştiren ilk kavim Hattilerdi. Hititlerin işgalinden önce hüküm süren Hatti uygarlığı anaerkil toplum yapısına sahip, zengin ve gelişmiş bir kültürdü. Arkeolojik bulgulardan hareketle varılan sınırlı bilgilere göre, büyük bir ihtimalle Hattiler, hayvanları evcilleştiren ilk toplulukdu. Ana Tanrıça tapımı kadının toplumsal statüsündeki yüceliğine işaret etmiyordu sadece, yönetime kadar sirayet ediyordu. Hatti Kralı kendisini Tanrıça Vuruşemu’nun kölesi sayardı. Bütün ilkel mitolojilerde ay dişi, güneş eril güç olarak tanımlanırken, Hattilerde güneş de dişi bir Tanrıçaydı ve fırtına Tanrısı ile evliydi.
Anaerkil Anadolu’ya ilk ataerkil unsurlar Hititlerle taşınmış. Hint-Avrupa kökenli bir kavim olan Hititler ‘Hattiler ülkesi’ dedikleri Anadolu’ya geldiklerinde kendilerinden çok daha ileri bir medeniyetle karşılaşırlar. Hattiler tarımda ve teknikde ileridirler ancak karşılarında siyasi ve askeri açıdan kendilerinden üstün bir kavim vardır. Zamanla Hititlerle kaynaşırlar. Aslında hangi tarafın yenildiği meçhuldur. Hititler Hattilerin anaerkil örflerinin etkilerine karşı çok fazla kendilerini koruyamazlar. Tanrıçalarını kabul eder, anaerkil geleneklerini benimser ve kendi kültürleriyle harmanlarlar. Ana Tanrıça kültü Hititler’de ağırlığını korur. Hititler devrinde Kubaba adını alan Ana Tanrıça, Hattilerin Ana Tanrıça formunu ve uslubunu koruyarak ferman dinletir. İnsanlık tarihine ataerkil öğeleri olan eklektik ve anaerkil bir medeniyet olarak geçen Hitit medeniyeti yoğun istilaların ardından yıkılır. Tanrıça Kubaba ise, Frigler’in hükümranlığı altına giren Anadolu topraklarında Kibele adını alarak saltanatını devam ettirir.
Ataerkinin Tahakkümü
MÖ 1300 ‘lü yıllar… Ege’nin alnacına yerleşen barbar İndo Germen kavimleri, Güneşin doğduğu toprakları ağızlarından salyalar akıtarak izlemektedirler. Küçük Asya’nın verimli topraklarını besleyen huzurlu atmosfer Mikenlerin iştahını kabartmaktadır. MÖ 1100 civarında Anadolu’yu işgal etmeye, hazinelerini talan etmeye karar verirler. Küçük Asya’nın sağlam kapısı Dardania’dan; Luwi, Hatti, Hitit mirasçısı Firigya’ya, yani Troya’ya dayanırlar. Başkomutanları, Yunan perestişkarlarının yere göğe sığdıramağı Agamemnon’dur. Zorba Helenlerin istilasına karşı Anadolu’nun direnişi zaferle sonuçlanır ancak Grek tarihçilerin anlattıklarına bakılırsa , Anadolulu Naviler entrikacı Helen zekasıyla baş edemeyecek kadar naif bir toplumdur. Truva atının sırrını çözemezler ve kapılarını Helen eşkiyalarına kendi elleriyle açıverirler.
Bu tarihten sonra tarihin ilk kültür emperyalizmi, sömürge devri, ataerkil tahakküm başlar. Helenler kendi zorba ve entrikacı ataerkil kültürlerini, dinleriyle birlikte Andolu topraklarındaki anaerkil kültür mozağine adapte edebilmek için her yola başvururlar. Kibele’yi Afrodit ve Hera yaparlar. Katil, tecavüzcü, çok eşli, ahlaksız Tanrı Zeus’u da onların başlarına dikerler. Homeros’un destanlarını sansürleyerek kültürlerinde var olmayan ozanlık geleneğini kendilerine mal ederler. Çarpık, bölük pörçük ve kanonik metinlerle Helenizm’i yaratırlar.
Bütün saldırılar, talanlar, entrikalar, katliamlar ve kıyımlar fayda etmez. Bir türlü Anadolu’ya sahip olamazlar.
Bin yıl sonra tarih tekerrür eder.
Haçlı ordularıyla yeniden görünürler Anadolu topraklarında ama yine püskürtülürler. Kanla beslenen ve barbar, ırkçı, arkaik, ilkel gibi kavramları hep Asyalı kurbanlarına izafe ederek cürümlerinden sıyrılmayı karakter edinen Helen kolonizatörlerinin bu seferki hedefleri Aztekler olur. Aztekleri kesip biçerek tarihten silerler. Altın heykellerine el koyarlar ve ellerindeki kanı Humanizma masallarıyla yıkarlar.
Ama akıllarının bir tarafında Troya hep asılıdır.
Tarih bir daha tekerrür eder, çünkü Helen’in Troya hırsı bitmek tükenmek bilmez.
1915 yılı, Çanakkale savaşı… Dardania, bugünkü adıyla ‚Çanakkale‘ açıklarına demir atan geminin adı ‚Agamemnon‘ dur. Osmanlı’ya ‘hasta adam’ diyen, aslında kendisi hasta olan ve bunu bilen, şifanın Asya topraklarında olduğunun da farkında olan yağmacılar, yine onurlu ve çok kanlı bir mücadeleyle Troya’dan kovalanırlar.
Bugün Irak’ın, Libya’nın hangi yöntemlerle ve niçin işgal edildiğini daha berrak bir zihinle anlamak için insanlık tarihine bakmamız ne kadar isabetli olur değil mi? O zaman Irak savaşında –özellikle-müzelerin niçin yağmalandığı sorusuna da belki cevap bulabiliriz.
Yazıyı Cemil Meriç’in Helenleri anlatan satırlarıyla noktalayalım;
‘Bir kavim ki, fertleri de, devletleri de çapulculukla palazlanmış. Hor görmüş alın terini. Haklıyla haksızı, iyiyle kötüyü ne yönetenler umursamış, ne yönetilenler. Yalnız kaba kuvvet saygı görmüş o ülkede. Medeniyetin en parlak devrinde ahalisinin kırkı köle biri hür. Genç sefihlerle, kart fahişeler baştâcı. Her yıl, tanrılara insanlar kurban edilmiş; binlerce çocuğun kanına girilmiş her gün. Bir kavim ki, bütün meziyetlere düşman: kabiliyete, asalete, servete… Kâh paralı asker, kâh haydut… Amacı tek: yağma. Her hayâsızlığı tanrılaştıran bu kavim üç şeyde birinci: kibirde, yalanda, fuhuşta. Ama bu meziyetlerini (!) öyle ustaca kullanmış, öyle pazarlamış ki, iki bin yıl tarihin baş köşesine oturtulmuş… İnsanlık, en rezil çocuğuna düşkün çılgın bir anne.’
Tek Yorum
Emine Hanım,
Kaleminize, bilgi birikiminize sağlık. Müthiş bir yazı. Tarihi olayları çok iyi okumuş ve bunları okuyucuya çok akıcı bir şekilde anlatmışsınız. Büyük bir keyif ve ilgi ile okudum.