Söyleşi: Behçet YANİ
Akademi dergisi
Alevlerin kuşattığı bir odada pencereden dışarı bakmayı bırakıp içeriye bakmanın lüzum ve erdemliliğini inkâr etmekten vazgeçip kitapların sayfa kalınlıklarına, insanların cüzdan kalınlıklarına ve etiketlere göre itibar gördüğü bir toplumda elinizi İsrailleştirilmiş bir din anlayışının, çürümüş bir ahlak anlayışının maşası olma dilenciliğinden kurtarıp sadece Allah’tan aşk dilemeye açacaksınız. An gelecek cahillikle itham edilmekten korkup cahil kalan, yürüyen cenazelerin ayak sesleri beyin kusturacak size. İnsan ki, hele İslam’ın insanı nasıl kendine karşı bu kadar riyakâr olabilir? Ahlaki yükümlülüklerimizi nasıl bu kadar unuttuk? diye kendinizi kendi vicdanınıza şikayet edeceksiniz. An gelecek düğüne gider gibi hazırlanıp kutsal olan anneliğin, ev kadınlığının itibarını iade etmek için; onunla beraber arka sokakları adımlayacaksınız. Adımlar ki önce sizin yüreğinizi titretecek. Hayatımızı cehenneme çeviren ne’yin cavabını bulmak için gelin O’nun, Emine Karahocagil Arslaner’in dediği gibi Kitapların önüne diz çöküp takva örtüsünü kuşanalım.
Behçet YANİ: Şiirlerde mahmud yüreği ile lâhutileşerek hüsna olan o içinizdeki “Arka sokak kedisi” o “elleri kaneviçli, dudakları kelepçeli acaip kadın”ı biraz anlatabilir misiniz bize?
Emine Karahocagil Arslaner: Sokaklar çok ilginç mekânlardır. Kucaklarına sığınan mahlûkatı sarıp sarmalar ve onlara sıfat olup yapışırlar. Sokak kedileri, köpekleri; sokak çocukları ve sokak kadınları aynı makûs talihi paylaşırlar. Aynı soğuk kaldırımları aynı aşinalıkla çiğner, aynı duvarlara yaslanır, aynı facialara göğüs gererler. Kimlikleri ve yuvaları yoktur. Hayatlarının öznesi olma hakları dahil, sahip oldukları herşey gasbedilmiştir. Sokakta yaşayanlar, sokağı yuva yapanlar, sokak kadar kirli ya da sokak kadar tehlikelidirler. Arka sokak kedisinde; bir sokak kedisi, kader arkadaşının, sokak kadınının çığlığı oluyor. Ona eşlik ediyor şiir boyunca ve onun isyanına yankı oluyor.
Kadın; hep en zarif, en ince ve en estetik argumanlarla resmedilir. Sokağa düşen bir kadının ise bir zamanlar kaneviçe işleyen elleri çirkin pazarlıkların malzemesidir sadece. Bir nazenin, bir cinsi latif değildir o artık. Sokağın yani, herkesin malıdır. Bir kadının, cinselliğini satarak ekmeğini kazanmaya çalışması doğru karşılanamaz tabi ama istedim ki, bu tür kirli alışverişlerde arzedenler kadar talep edenler de ayıplansın, dışlansın, yadırgansın. Kadın cinselliğini eğlence malzemesi yapanları ve bu günahlarından dolayı zerre kadar vicdan azabı duymayanları birazcık da olsa titretmek istedim. Arka sokak kedisi bir arka sokak kadınıdır kısaca.
B.Y: Ve bu kadın ki coşkuyla atan kalbi “Bir bebeği sever gibi” sevecen, seviyor düşünceyi, yine bu kadın ki “Bir gelini süsler gibi” nakış nakış süslüyor sözcükleri bir bahar görkemiyle. Ciddiye alarak seviyorsunuz yaşamayı, sizi bu kadar yaşamla barışık kılan, hayata bağlayan, ne?
E.K.A: Yaşamak bir anne için mecburi bir eylemdir. Kendiniz için değil, yuvanızın saadeti ve yavrularınız için yaşarsınız. Beni hayata bağlayan iki kuvvetli kement var: çocuklarım… İşte bu yüzden istikbale dair planlar yapıyor ve her doğan güneşi büyük bir ciddiyetle karşılamaya gayret ediyorum. Yaşamak ciddi bir iştir gerçekten. Salt nefes alıp vermek, yemek içmek, uyumak ve tüketmek dışında; müslüman olmanın, insan olmanın ve dahası, anne olmanın getirdiği bir dizi sorumluluğu omuzlamak ve sürekli üretmek lazım. Yaşamak, içinde bulunduğumuz anı tüketmek değil, artık tüketemeyeceğimiz anların duvarlarına bizi hatırlatacak, adımızı taşıyacak serlevhalar asabilmek… Yaşamak; düşünmek, üretmek ve tabi, salih amellerde bulunmak… Bir de yazmak gibi bir fiiliyat var ki; yaşadığımı değil, yaşamak istediklerimi yazıyor ve bu anlamda, yazarken yaşıyorum birçok şeyi…
B.Y: Almanya Erlangen Üniversitesi’nde iktisat bölümünü okurken evleniyorsunuz. Bu sizin deyiminizle size üniversite öğrencisi olduğunuzu unutturup iktisat diploması almanızı engellemiş oluyor. Diploma alamıyorsunuz ama geniş ihatalı bir kalem sahibi oluyorsunuz. Çoğunlukla gençlerimiz okumaya diploma almak olarak bakıyor. Buda çok vahim sonuçlar doğurmaktadır. Okuyan diploma için okuyor, okumayan zaten okuyamıyor. Dolayısıyla genç ve kısır bir nesille karşı karşıya kalınmış olunuyor. Diplomasız bir yazar, ama asla ilim deryasını kulaçlamaktan vazgeçmeyen bir yazar olarak bu durumdaki gençlere neler söylemek istersiniz?
E.K.A: Diploma toplumda itibar sahibi olmak için çok gerekli bir belge. Sizi, etkili olamasanız da, yetkili kılabilmek gibi bir kudreti var. Filhakika, yetkili insanlar tarafından yönetiliyor, badahu yönlendiriliyoruz. Ne olduğunuz, kapasiteniz, vakıf olduğunuz ilmi birikim çok az insanı ilgilendiriyor. Etkili insan, kaliteli birikimiyle çevresine ışık saçan ve beynindeki meşaleyle kalabalıkları arkasından sürükleyen insan… Yetkili insan bu işi diplomasıyla, yani cebren yapar. Bu mesele biraz da cemiyetin seviyesiyle ilgili. C. Meriç’in ifadesiyle, çobana muhtaç bir kaz sürüsünü asla hakikatleri ifşaaya kalkışarak ikna edemezsiniz ve domuzlar kutsal kitaplarla beslenmez. Diploma gerekli evet, ama en ideal olanı “etkili bir yetkili” olmaktır. Gençler eğitimlerini ciddiye alsınlar ancak anfilerde verilenlerle yetinmeyip kütüphanelerin tozlu raflarına da dokunsunlar. Çok okusunlar ve çok yazsınlar. İnsanı hayvandan ayıran sınırı aşanların diplomalı beygirleri tanımayacaklarını unutmasınlar. Yeni hakikatlere, bakir düşüncelere ve akıncı ruhlara ihtiyacımız var. Bu güzellikler Üniversitelerde kazanılmıyor ne yazık ki. Kitapların önünde diz çökmeleri lazım.
B.Y: Dizelerinizde bir kaygı yok, duruşları çok net. İstediğiniz zaman her köşe başında bir yangın çıkarıp şehri ateşe veriyor, istediğiniz zaman bir gelinin gelinliğini gül deresinde gül suyuyla yıkıyorsunuz. Sadece kendinize yazıyorsunuz gibi, yanılıyor muyum?
E.K.A: Çok doğru, önce kendim için yazıyorum. Bu cümleyi kurmaktan hoşlanmıyorum ama gerçek böyle. Gayri ihtiyari yazıyorum yani. İnsanın ekmeğini kalemiyle kazanmasını çok asil buluyorum ama benim böyle bir imkânım olmadı. Olsaydı nasıl olurdu, neler yazardım, bilemiyorum… Şimdilik kendim için yazıyorum ve okunduğum zaman memnun kalıyorum. Her yazan insan gibi okunmak istiyorum ama daha çok okunmak gibi bir kaygım yok ve böyle bir endişeyi taşımam için geçerli bir nedenim de yok. Galiba bu yüzden beynimdeki setleri yıkmam kolay oldu. Yazarken sağlam delillere, güvenilir şahitlere, imtihandan geçmiş hocalara ihtiyaç duymuyorum. Hata yapmaktan, cahillikle itham edilmekten de korkmuyorum. Vicdanımdan ve Allah’tan gayri hesap vermem gereken bir mercii de yok. Üstelik kitapların sayfa kalınlıklarına, insanların cüzdan kalınlıklarına ya da etiketlerine göre itibar gördüğü bir toplumda cehaletinin bilincinde olabilecek derecede bilge ve derin olmak bir erdemdir diyorum. Gördüklerimi, düşündüklerimi, düşlediklerimi ve hissettiklerimi döküyorum kâğıda, özgürce.
B.Y: Şiirlerinizde yüksek gerilimli bir duyarlılık var. Örneğin “Kör Kamçılı Adamlar” şiirinizde “terbiyeli dövüşler çıkaralım mertsiz kalmış piyasalara” diyerek şahlanıyorsunuz adeta. Çok farklı bir duruş, değil mi?
E.K.A: Cesur bir duruş diyelim. “Kral çıplak!” diyen çocuk gibi. Beyinlerimizi kutsallık adı altında hurafe şırınga ederek uyuşturanlara “durun!” demeliyiz. Biz diyemiyorsak, çocuklarımıza bu karşı duruşu gösterebilecek cesareti verebilmeliyiz. Yosunlaşmış bir toplum olduk. Bağımsız hareket edemiyor, hatta düşünemiyoruz. Bir kökümüz de yok. Mumyalanmış bir tarih, israileştirilmiş bir din anlayışı, kitabından koparılmış yığınlar… Çok okuyan, çok düşünen, anlatılanlara iman etmekle iktifa etmeyen, yani piyasalara terbiyeli dövüşler çıkarabilen mert yüreklere ihtiyacımız var.
B.Y: Nümberg’in güzelim sabahlarından sizi alıp İstanbul’un, Anadolu’nun semalarına getiren, size “ Ne olur” dedirten nedir? Orda vadesi dolan doymuşluk mu, yoksa bu tarafta yarım kalan yaşanmamışlık mı?
E.K.A: Her ikisi de… Yurdumu özlüyorum. Mevlana`nın dediği gibi:
Bişnev ez ney çun hikayet mikoned
Vez cudaiha şilkayet mikoned
Kez neyistan ta mera bubride end
Ez nefirem merdu zen nalide end
Sine hahem şerha şerha ez firak
Ta be guyem şerhi derdi iştiyak
Her kesi ku dur maned asli hiş
Baz cuyed ruzgari vasli hiş
Yani,
Dinle neyden ne hikaye etmede
Ayrılıktan şikayet etmede
Der ki beni kamışlığımdan ayırdılar
Feryadımı duyan kadın erkek kan ağlar
Ayrılıktan parça parça olmuş bir yürek
İsterim ki ben; derdimi dökmem gerek
Şayet aslından biraz ayrı düşse can
Öyle bekler ki vuslata ersin zaman.
Doğduğum, büyüdüğüm mahalleleri; toprak yolları, bahçeleri bağları özlüyorum. Bu özlem depreştikçe içimde, dizelerime sızıyor ansızın. Birgün benim de bir yurdum olur diyorum başka bir şiirde. Ve sen, yurdumun toprağında senede bir gün, pembe güller soldurursun. Bir ümitsizlik var tabi. Bir uçağın konforlu koltukları yerine, karanlik kargosuna upuzun uzanmış vaziyette, ülkesine doğru son yolculuğuna uğurlananları gördükce, sizi bekleyen meçhul son üzerine kötü senaryolar kurgularsınız iç dünyanızda. O kötü sonla karşılaşmamak için; yurt topraklarında, ana vatanda son nefesi vermenin hayali ve ümidi içinde yalvarmak gelir içinizden. Son altı yıldır eşimle birlikte ziyaret edemedik Türkiye´yi. Ben hep yalnız yaparım senelik tatillerimi. Onun yoğun iş hayatı birlikte yolculuk yapmamıza imkân tanımadı. “Ne olur” diye seslenişim bundan. İşi gücü bırakarak, yıllar önce bozduğumuz o bekâret kemerini takarak; iki sevgili gibi, çiçeği burnunda iki nişanlı gibi, düğünümüzü yapmak üzere gider gibi anayurda… O tatlı heyecanla yaslanalım koltuklarımıza ve uçalım, mavi Istanbul semalarına, dedim ama hala gerçekleştirebilmiş değiliz.
B.Y: Arka pencereden bakıldığında ise şiirlerinizde dile gelen ezgide kırık bir ney sesi, Nümberg’in çirkin, ucuz kahkahalarından kaçıp Gazze sokaklarında bir mermi ıslığıyla küçülen bir küçüğün gözlerinde esmer bir ağıt olabiliyorsunuz. O gönül ki feryat figan. Okurun içine kızıl bir kor düşüyor bir anda. Niye bu kadar yanık bu ses? Bu şikâyet kime?
E.K.A: Emperyalizmi, siyonizmi, kapitalizmi; insanı, insanlığı sömüren tüm izm’leri şikâyet ediyorum. Kime şikâyet ediyorum? Şiiri okuyan herkese, ama önce kendi vicdanıma. Şiir yürek işiyse, şiir yazan şahıs hassas bir yüreğin sahibi olmalı. Kapitalizmin göbeğinde yaşıyor ve tüketim çılgınlığının insanları ne derece duyarsızlaştırdığını, nasıl robotlaştırdığını birebir müşahade edebiliyorum. Avrupa’da insanlar artık tüketmek için yaşıyorlar, yaşamak için tüketmiyorlar. İnsani ilişkiler bitmiş; aşk sadece dillere pelesenk olmus, medyanın gayretleriyle de kalpten çıkarılıp, göbek altını işaret eden adi bir vurguya kalbedilmis. Böyle bir dünyada yaşıyorsanız, insana matuf hassasiyetleri canlı tutmak için ayrıca emek sarfetmeniz gerekiyor. Sesim bazen öfkeli, bazen feryat figan… Ama en önemlisi samimi olmak…
B.Y: Şiirlerinizde erkeğin içinde hep bir cehennem uğultusu! Âdem’den beri erkeği cehennemin içine değil ama cehennemi erkeğin içine düşüren kadındır. Yine cenneti ona sevdirip onun yoluna cennet olan da kadındır. Şiirlerde her vasfıyla cennet olan kadın, hakikat dünyasında hangi yönüyle cennet hangi yönüyle cehennemdir?
E.K.A: Kadın çok karışık bir organizma. Fedakâr, cefakâr ve çileli. Çünkü başkaları için yaşıyor. Erkeğinden destek görmeyen, buna rağmen yükselebilen kadınlar vardır. Ama başarıyı yakalamış her erkeğin zafer tacını aynı zamanda bir kadın taşır. Kadın vericidir. Özellikle Türk kadınının en önemli vasfı fedakârlıktır. O kadar fedakârdır ki, bu fedakârlık onu perişanlığa kadar sürükler. Kendi kılığına kıyafetine dikkat etmez. Biteviye, eşini ve çocuklarını süsler. Batan bir gemiden çocuklarını kurtaran kadın gülerek can verir. Bakımsızlığı, pintiliği, kaşalotluğu hep fedakârlığındandır. Eşiyle ve çocuklarıyla gurur duymayı, onlar beğenildiği zaman mutlu olmayı tercih eder.
Hulasa edersek, insanlık tarihi menfaatleri ve gönlü arasında sallanıp duran kadın menkıbeleriyle dolu. Menfaatlerini feminist sloganlar, gönlünü de annelikle doyurmaya çalışan kadının günümüz dünyasına yansıyan profili bir hayli yürek parçalayıcıdır. Modernizmde kadının ruhi ihtiyaçları göz ardı edilir. Kapitalist zihniyete göre tek mesele kadının finansal bağımsızlığıdır. Kadın para kazanacak ki hesap vereceği kimse olmasın, rahat rahat harcasın ve onlar palazlansın. Kapitalist bunu der ve son noktayı koyar. Anneliğin getirdiği ağır mesuliyet çalışan kadını ezer. Kadın erkeğine muhtaç olmamalı diyen modernist algı, her halukarda bir kadının bir erkeğe ihtiyaç duyacağı gerçeğini kabul etmez; onun kuru bir dalı, sert ve soğuk bir duvarı yapraklarla çiçeklerle donatmak isteyen bir sarmaşığa benzeyen ruhunu göremez. Kadın fıtraten sevgiye, sevilmeye odaklıdır. Aydınlatacağı biri yoksa çevresinde ateşi söner. Erkek anne değildir, canından bir can çıkmaz. İstikbale taşınabilmek için eliyle, beyniyle üretmesi, bir şeyler yapması lazımdır. Kadın, bedeninden ayrılan parçada yaşamaya devam eder. Eğer yavrusuyla beraber olamıyorsa üşür. O halde kadın önce annedir, sonra kadın, sonra zevce, sonra her neyse o…
Kadını ve kadının dünyasını cehenneme çeviren anlayış modernizmden beslenir. Ev kadınlığının itibari iade edilmeli ve annelik özendirilmelidir. Bizim kadınımız komplekslerinden arınmalı, kendine güven aşılamalı, dış dünyanın kendisine biçtiği rolü cesurca reddetmelidir. Eğitim, iş, akademik kariyer hayalleri kadınlarımızı ya asıl meşgul olmaları gereken meselelerden uzaklaştırmakta ya da ikinci, üçüncü, dördüncü mesuliyetlerin altında ezilmeye terkedip, hırpalamaktadır. Peki, bu niye böyledir? Herşeyden önce, yaratılış itibariyle ben merkezli bir yapıya sahip olan erkeklerimize aynı modernist ekol kadının işini kolaylaştıracak yaptırımlar getirememekte; daha vahim olanı, bizim erkeklerimiz bu söylemlerden bihakkin nasiplenememektedirler. Erkeklerimize genlerimize varana kadar yerleşmiş malum ataerkil terbiye verilmeye devam ettikçe, bizim kadınımız batı menşeeli dayatmalar altında inlemeye devam edecektir. Avrupalı yaşam tarzını birebir alıp uygulayamayız biz. Biz farklıyız. Bizim erkeklerimiz çayının şekerini dahi karıştırmaktan acizdir. İntibak kabiliyeti yoktur, alıştığı gibi yaşamak ister. Biz Anadolu’yuzdur oysa. Anadolu, yani anaerkil medeniyetlerin hüküm dinlettiği toprakların çocuğuyuzdur. Batı ise Vaterland’dır, yani babavatandır. Hellenizm ataerkildir. Her meselede olduğu gibi bu konuda da Batı, karanlığını bize bırakıp kendisini aydınlığa taşımayı başarmıştır. Batı’lı kadın rönesansdan beri erkeğinin yanı başında: Piyano çalar, resim yapar, şiir ve roman yazar. Bizim erkeğimiz kadını yanında görmeye alışkın değildir ve uzun bir sürede alışamayacaktır. Kadınlarımız erkek evlatlarını geleneksel anlayışa göre terbiye etmek yerine, yaşayacakları dünyanın normlarına ve standartlarına intibaklarını kolaylaştıracak bir şekilde eğitsinler.
B.Y: “Bir hat-i besmelede, Elif`in gerdanına sarılıp, Sin`nin dişlerinde törpülense kimliğim ve Mim`de hiçlenebilsem.” Adeta insanın içinde biriken sancıların yüce kelamın aşkına taşıması. Bütün görkemi ve kutsallığı ile dile gelen bir aşk. Bu aşkın en yüce basamağına nasıl erir insan?
E.K.A: Şad baş ay aşk-ı hoş sevda-yı ma
Ey tabibi cümle illetha-yı ma, diyor Mevlana.
Ey bizim hoş sevdamız olan aşk şad ol
Ey bizim hastalıklarımızın tabibi şad ol
Bütün beşeri ihtiraslardan sıyrılmak ve kendimizi Rahman ve Rahim olana adamak. Aşk ki, bütün hastalıkların şifası, dertlerin devasıdır; yegâne vuslatı Hudanın sırlarını keşfetme noktasıdır. Bir Mim’de hiçlenmek, erimek, tükenmek, yanmak ve bir Simurg gibi küllerinden yeni bir hayat bulmak, yeniden dirilmek… Ölmeden önce ölmektir Sufi diliyle ve yükselmektir Marifetullahın kutsal burçlarına.
B.Y: Yazı diliniz doğu ile batı dillerinin birbirine karıştığı nehir gibi hem sıcak, hem serin hem de aydınlık. Öyle ki son derece kıvrak, sözcükler ahenk içinde dans ediyorlar, elif bir gönlün elif bir elin sıcaklığıyla… Sizi okuyan bir düğün gecesinde buluyor kendini. Ne dersiniz?
E.K.A: Efendim, teşekkür ediyorum bu güzel iltifatlar için. İnşallah bütün okuyanlar aynı duyguları paylaşıyorlardır sizinle. Öyleyse, ne mutlu bana. Doğu ve Batı dillerini aynı potada karmaya çalışanlar pek hoş karşılanmıyorlar aslında. Bizim insanımız her meseleyi basit bir dilemmaya icra eder. Ya solcusunuz ya sağcı. Ya muhafazakârsınız ya da liberal. Ya gelenekçisinizdir ya da reformist. Ya garplısınızdır ya da şarklı. Hakikate bu tür dayatmalarla, kamplaşmalarla, takıntılarla ulaşılmaz. Gayemize ulaşmak için her vasıta helal değil tabi. Lakin gittikçe globalleşen bir dünyada yazı dilini belli bir şablona oturtmaya çalışmak da doğru değil. Yazan insanın uyarıcı kuvveti, meramını en mükemmel şekilde okuyucusuna anlatabilme azmi olmalı. İşte bu noktada dimağımdaki tüm meteryali fütursuzca kullanıyor ve yazarken mümkün olduğunca estetik, anlaşılır ve akıcı olmaya gayret sarf ediyorum.
B.Y: “ En büyük ahlaksızlık, ahlaksızlıkla itham edilmek korkusuyla ibadet etmek değil midir?” Bu ithama maruz kalma korkusunu yaşamadan ibadet eden kaç toplum var? Bırakın toplum kaç kişi var? Kadın erkek ayırmaksızın iffetfüruş değil iffet vasfına sahip olmak için duruşumuz nasıl olmalı?
E.K.A: İffet, yuvarlak ve kıvrak bedenlere yuva yapan ürkek serçe, diyorum bir şiirimde. Kadın erkek ayırmaksızın diyorsunuz ya, işte mesele burada düğümlenip kalıyor. Bu toplumda, İffet mefhumundan bahsederken kadın erkek ayırmamak neredeyse imkânsız. İffet kadınlara mal edilmiş muğlak bir kavram. Oysa Ahzap suresinde Allah, “İffetini koruyan erkekler ve iffetini koruyan kadınlar” diye seslenir ve hatta Yahya peygamberden “o iffetli bir peygamberdi” diye bahsediyor. Kur-an’a bakılınca, İffet`in sadece ırz ve namusla ilgili bir kavram olmadığı, daha geniş spektruma sahip bir mevhibeyi vurguladığı Bakara suresi 273. ayetten anlaşılıyor. Burada Allah, dilencilik yapmayan fakirleri “iffetli insanlar” olarak tarif ediyor. İffet ahlakla içli dışlı bir kavram. Duruşumuzun nasıl olması gerektiği Nur suresinde detaylıca anlatılıyor Rabbimiz tarafından. “ En büyük ahlaksızlık, ahlaksızlıkla itham edilmek korkusuyla ibadet etmek değil midir?” diye sorarken, müslümanları ahlak anlayışlarını masaya yatırmaya davet ediyorum. Bugün İslam dünyası kan ağlıyorsa, en büyük nedenlerinden biri çürümüş ahlak anlayışıdır. Riyakâr bir guruh olduk. Kendimize karşı riyakârız, çevremize karşı riyakârız. Maskelerle dolaşıyoruz meclislerde. İbadet Allah için yapılmalıdır ve samimi olunmalıdır. Samimi, yani dürüst ve iffetli…
B.Y: Genelde günümüz Müslümanları, özelde genç hanım kardeşlerimiz içinde yaşadıkları toplumla barışık bir giyim tarzını yakalayamıyor ve inandıkları dinin gereklerini yerine getiremiyorlar. Dolayısıyla topluma, kendine küsen bir birey karşımıza çıkıyor. En başta kendisiyle sonra yaşadığı cemiyetle ve de inandığı dinle barışık olmak için nelere haiz olmak lazım gelir?
E.K.A: İffetli olmak lazım. İffeti dış kıyafete endekslemek yerine, önce içimizde filizlendirmemiz, sindirmemiz lazım. Kılık kıyafet mühim değil demiyorum ama kıyafetlerimiz aracılığıyla mesajlaşmak, giyim tarzımızdaki ince bir detayı bayrak niyetine kullanmak, bize çok mühim bazı ahlaki yükümlülükleri unutturdu. Böyle olmamalıydı. Bu, yakışıksız; hiçbir surette vicdandan, mantıkdan ve hukukdan onay alamayacak yasağı dayatanlar kadar, bu yasak üzerinden rant yapmaya çalışanlar da bize uzaktır, uzak olmalıdır. Çirkin bir senaryonun esas kızı yapılmıştır başörtülü kadın. Bayan arkadaşlarımız artık kendi kitaplarını kendileri okusunlar ve kararlarını kendileri versinler. Ayette belirtildiği gibi, önce takva örtüsünü kuşansınlar. Kur-an daki tesettürden neyin kasdedildiğini iyice öğrensinler. Tesettür sadece başörtüsü değildir ancak, başörtüsü yasağı bu anlamlı aksesuara çok asil bir misyon yüklemiştir. Takva, iffet ve tesettür kavramları çok mühimdir. Tek bir tel saçı görünen bilmem kaç sene cehennemde yanacak diye bir ayet olmadığı gibi, kalbin temizse istediğin lağımda banyo yapabilirsin şeklinde bir ayet de yoktur. Duyduklarına iman edenleri cehennem ateşiyle uyarıyor Allah. Öyleyse okuyalım…
B.Y: www.cemilmeric.net te “Bu zavallı satırların hiçbir okuyucusu olmasa bile. Denize atılan bir şişe onlar. Belki dalgalar asırlarca sonra aşina bir ele tevdi edecek onları…” (Cemil Meriç, Jurnal, 1955… ) sözlerine karşılık “Bu Site, bu kıymetli şişeyi aşina ellere tevdi edecek dalgalardan biri olabilmek umuduyla kurulmuştur…” sözleriniz sitenin kuruluş amacını çok net bir şekilde ifade ediyor. Bu fikir işçisini çok iyi tanıtan sitenin webmaster ve editörü olarak sitenin kuruluşundan bugüne dek site ile ilgili gözlemlerinizi bize aktarır mısınız?
E.K.A: Cemil Meriç sitesi altı yıl önce bir tartışma platformu olarak kuruldu ve bir müddet böyle hizmet verdi. Amaç, Meriç severleri sanal âlemde buluşturmak ve kaynaştırmakdı. Daha sonra siteyi kurup forumu siteye bağladım. Düşünce Platformu güncellenince eski üyelikler iptal edildi ama şu an için sitemizin üye sayısı binin üzerindedir. Uzun yıllar siteyi tek başıma yürütmeye çalıştım ve en sonunda çalışkan iki genç arkadaş buldum ve son derece uyumlu, mükemmel bir grup oluşturduk. Cemil Meriç gibi büyük bir düşünürü tanıtmak ciddi ve titiz bir çalışma temposu gerektiriyor. Meriç okurlarının ilgisi fena değil ama daha çok lise öğrencilerinden dönem ödevleriyle ilgili yardım talep eden e-postalar alıyorum. Ara sıra Cemil Meriç’e, e-mail atanlar da oluyor. Üstadın artık yaşamadığını öğrenince üzülüyorlar.
B.Y: Cemil Meriç’in yeri sizde başka değil bambaşkadır. Onun aşkı bu kadar başka hiç kimsede yoktur. Sanki ruhu sizde vücuda gelmiş. “ Cemil Meriç okunmaz Cemil Meriç yaşanır.” diyorsunuz. Onu yaşamak için siz olmak lazım. Herkes siz olmadığına göre Meriç’i nasıl yaşamak gerekir. Sizin deyiminizle okumak, sevmek yetmiyorsa. Her kostümle karşımıza çıkan bu adam kim?
E.K.A: Cemil Meriç yaşanır, çünkü Meriç kitaplarında sohbet eder okuyucusuyla. Onun uslubu bu yüzden büyüleyicidir ve kullandığı dil bu yüzden okuyucu zihninde silinmez izler bırakır. Yine, ne yazık ki bu yüzden çok az insan tarafından anlaşılmıştır. Bir kısım Meriç okuru o standartlar üstü kelam sanatına takılıp, ustadın anlatmaya çalıştığı meseleler üzerinde düşünmez, hatta anlatmak istediği şeyi anlamaz. Bir diğer kısım Meriç okuru da anlatmak istediklerine takılır ve bazen tek bir cümlesi üzerine sayfalar dolusu luzumsuz tenkid yapar… Her iki kısım Meriç okuru da Meriç’i tanımaz. Onlar Meriç’i okurlar sadece. Meriç derin bir deryadır ve içine dalanlar yüzme bilmiyorlarsa boğulurlar. Meriç deryasında boğulmamak için daha basit bir dil kullanan yazarları süzgecinizden geçirmiş olmanız, dil bilginizi geliştirmiş olmanız ve beyninizdeki bir takım tabuları yıkmış olmanız gerekir. C. Meriç’i sevmek onu putlaştırmak, onu dokunulmaz kılmak değildir; bilakis, hatalarını ve günahlarını kabul ederek maksimum derecede ondan istifade etmeye gayret sarfetmektir. Sadece Meriç’i okumak yetmez. Yalnızca Meriç’i okumak sizi Meriç sever bir entelektüel yapmaz, en fazla bir Meriç sever olursunuz. Ve bu insan, asla Meriç’in idealindeki entelektüel değildir. Cemil Meriç`i yaşamak, Cemil Meriç gibi düşünmeyi de gerektirmez, lakin Cemil Meriç’in telkin ettiği düşünme metodlarını uygulamayı gerektirir. Cemil Meriç düşünmeyi öğreten, düşünmeyi sevdiren adamdır…
B.Y: Kurduğunuz başka bir web sitesi www.rabia.de Zeynep El-Gazali, Hazreti Rabia’tül-Adaviyye, Samiha Ayverdi, Halide Nusret Zorlutuna gibi daha çok tarihe ve yazıya iz bırakan kadınlar ve kadın yazarları tanıtma ön planda. Bu site bir kadın sitesi mi?
E.K.A: Bu site İslam’da kadının konumunu, sahip olduğu ya da kaybettiği, daha doğru bir ifade ile, tahrif edilen haklarını su yüzüne çıkarmaya çabalayan, kadının Kur-an’dan yükselen sesi olmaya çalışan bir site olsun diye kuruldu ama, olmadı. Geçen zaman zarfında aldığım haksız tepkiler, feministlik yapmakla suçlanmak gibi, beni sitenin kuruluş amacından saptırdı ve sonunda site, sadece kadını merkeze alan, örnek kadınları tanıtmayı amaçlayan, hanım hanımcık, feminist değil ama feminin, suya sabuna dokunmayan ve ne işe yaradığı da meçhul kalan bir site oldu. Cemil Meriç sitesinden dolayı fırsat bulamadığım için uzun süredir güncelleyemedim ama inşallah yakın bir zamanda el atacağım ve çeki düzen vereceğim.
B.Y: www.antiemperyalizm.com sitesinde köşe yazarlığı yapıyorsunuz. Bu köşedeki makaleleriniz güncel ve aydınlatıcı. Bu makaleler günlük ulusal bir gazete köşesine daha çok yakışmaz mıydı? Neden elektronik ortamı tercih ediyorsunuz?
E.K.A: Almanya’da yaşıyor olmaktan musab bir durum diyelim… İnternet benim için ülkeme açılan bir pencere oldu. Bu pencereden yurdum insanlarını temaşa ediyor, olan bitenleri takip ediyorum. İnsanların nabzını tutmak ve ontolojik kaygılarını sanal ortamda paylaşmak çok tatmin edici, doyurucu olmasa da, oldukça konforlu ve rahat. Kendisi için yazan, yazmak istediği için yazan bir insan olduğumu da hesaba katarak, elektronik ortamın beni bu anlamda kısmen de olsa mutmain ettiğini söyleyebilirim.
Bu ortamın en kötü tarafı, emeğinizin hak ettiği saygıyla karşılanmaması… İnsanlar bir bedel ödemedikleri hizmetin, ürünün kıymetini bilmiyorlar. Bir İnternet sitesi hazırlamak, bir kitap yazmakla hemen hemen aynı miktarda ter akıtmayı, aynı minvalde kürek sallamayı gerektirir. Çok yorucudur ve çok vakit alır. İnsanlar surf yaparken ziyaret ettikleri ve bilgilendikleri web sitelerine bir bedel ödemek zorunda kalmadıkları için bu sayfaların çok kolay hazırlandıklarını sanırlar. Bazen emr-i vakilerle bile karşılaşabiliyorsunuz. Örneğin, “ bana, ‘bu ülke’ kitabının özetini gönderin!” şeklinde bir mesaj alabiliyorsunuz. Mecbur olduğunuz için, ya da maddi bir kazanç sağladığınız için bu işlerle uğraştığınızı sanıyorlar. İnsanlarımız İnterneti tanımıyorlar. Tanımadıkları bir surette emek veren insanları da kavrayamıyor, onlara hak ettikleri saygıyı gösteremiyorlar.
Evet, ulusal bir gazetede yazmak bana artık daha cazip geliyor ancak, bu konuda herhangi bir girişimim olmadı.
B.Y: “Parmaklarım tuşların çıkardığı seri tik taklarla klavyenin üzerinde dans ederken, gözlerim monitördeki yazıların birbirine sarılışını, kıvranışını, eriyip dağılışlarını izliyordu.” gibi cümleleri yazılarınızda yer yer görmek mümkün. Eskiden yazarlar kalem ve mürekkebin kokusunda akarlardı. Günümüzde yazar kâğıdı ve mürekkebi unutup elektronikleşti mi?
E.K.A: Kucağında yaşadığımız dünyanın hep aynı kalmasını istemek abes. Dedem hokka kulanırdı, babam daktiloda yazardı, ben bilgisayarda görüyorum bu işleri… Çocuklarımız belkide hiç parmaklarını yormayacaklar. Onlar konuşacak ve yazılar dökülecek kâğıda. Teknoloji hayatımızın bir parçası artık. Hissiyatımızın hırpalanmasına, en azından iç dünyamızın mekanikleştirilmesine müsade etmeyelim istiyorum. Bu meseleden en çok çocuklarımız zarar görüyor tabi. Bilgisayar oyunları, elektronik oyuncaklar çocuklarımızın kreativitelerini sıfırlıyor. Bir alman atasözü şöyle der “Not macht erfinderisch” yani, “Yoksunluk insanı mucit yapar”. Benim bebeğimin kıyafetlerini annem dikerdi ve bu minik tecrübenin bana ne çok şeyler öğrettiğini şimdi anlıyorum. Artık bebek kıyafetleri dahi oyuncak mağazalarında satılıyor. Kızıma dikeceğim bebek elbisesi onu ne kadar heyecanlandıracak? Mağazada göreceği barbie markalı elbise daha mı cazip, daha mı çekici gelecek? Bilmiyorum?
B.Y: Dücane Cündioğlu’yla yapılan kadın konulu röportaja cevap olarak verdiğiniz “Hakikatin Karşı Cephesinde Görülen Manzara” başlığını taşıyan makalenizde “Aslına bakarsanız, Cündioğlu kadını sahici bir düşünmenin konusu yapayım derken sancılı düşüncenin müsebbibi haline getirmiş.” diyorsunuz. Günümüzde İslam’ın kadını, sancılı düşüncenin müsebbibi haline gelip mağdur olma yerine sahici itikadın ayak izleri olup irşattan ayrılmamayı nasıl başaracaktır?
E.K.A: Daha çok okuyarak. “Daha çok okuyarak” cümlesi kadınlarımızın onurlarını çok mesnedsiz bir surette okşayan bir cümle oldu. Kadınlarımız hiç okumuyorlar ki, daha çok okusunlar. Biraz daha dobra olursak, insanlarımız okumuyorlar. Cündioğlu insanımızı sancılı düşüncenin müsebbibi haline getirseydi beni arkasında bulacaktı ama bir okazyondan pay kapmaya çalışanları bırakıp, meselenin asıl mağdurlarını hırpalamaya çalışmak hiç de adil bir uslup değil. İsmet Özel’de kadınlara yönelik çok şiddetli tenkidlerde bulunmuştu. Beni en çok rahatsız eden ana unsur şu; bazı insanların kişisel saplantılarını dini referanslarla mesnedlendirmek gibi çok absürt bir gayretkeşlikleri var. Bu benim şahsi kanaatim, kendi argumanım, kendi müşahadem, benim mulagatam, benim mulahazam diyemiyorlar. Kadınlar konusunda ciddi zaafları olduğu aşikardir. Zaaflarından hareketle kanaat önderliğine kalkışanlar, var olanı da imha etmekten başka bir işe yaramazlar. Kadınlarımızın bu tür ajitasyonlarla morallerini bozmamalarını, aşağılık duygusuna kapılmamalarını ve kendilerini yetiştirmelerini telkin etmekten daha fazlası ne yazık ki gelmiyor elimden.
B.Y: Emine Karahocagil Arslaner iki cümlede değil de iki dize de dile gelse bu dizeler hangi dizeler olur?
E.K.A: İki dizeye sığamayacak kadar deli doluyum.
B.Y: Dergimiz ve okurları için son olarak neler söylemek istersiniz?
E.K.A: Behçet Yani ismiyle yanyana, bir derginin sayfalarında yer almak çok güzel bir tecrübe olacak benim için. Akademi dergisine yayın hayatında başarılar diliyor ve bu güzel dergide adımın geçmesinden ziyadesiyle mutlu olduğumu söylemek istiyorum. Allah yardımcınız olsun diyor ve teşekkür ediyorum.
B.Y: Efendim asıl biz size ne kadar teşekkür etsek azdır. Bize vaktinizi ayırıp insanı kendisine “dur ve düşün” dedirten düşüncelerinizi bizlerle paylaştınız. Allah başarı basamaklarını tırmanmanıza devam etmede her daim size yardımcı olur inşallah.
İlk Yorumu Siz Yapın