"Enter"a basıp içeriğe geçin

Otopsi Masasındaki Bilge; Cemil Meriç

Röportaj yapan: Mükrime Dilekçi
Temrin dergisi

Başkalarının düşündüklerini düşünmek, düşünceye sadece hamile kalmaktır. Bu düşünceler beynimizde yeniden sorgulanmıyorsa beynimizin hamallık yaptığı tüm bilgiler, düşük yapan bir kadındır artık! Meriç ise doğumları düşleyen bir üstat değil doğumları hazırlayan ve düşüncelerini savunurken rüzgârın savurduğu yere yığılmayan bir üstat…

Cemil Meriç’i, kendi dünyası içerisinde değerlendirirken bir de onu başka bir dilden dinlemek ve başka bir gönlün penceresinden seyretmek istedik. Uzun süredir Almanya’da yaşayan ve Türk mütefekkirlerini, belleğinin derin çizgilerinde dolaştırmayı unutmayan Emine Hanım, kendisiyle konuşma talebimize nazik cevabıyla mukabele etti.

-Emine Hanım, isterseniz Temrin okurları için öncelikle, Meriç’in tefekkür dünyasıyla ne zaman tanıştığınızdan bahsedelim…

Üniversitenin ilk yılları… Senelik tatilimi geçirmek için Türkiye`ye gittiğimde, -her zaman olduğu gibi- alışveriş listemin en üst sıralarını işgal eden kitapları almak için Ankara’nın büyük kitapçılarından birine uğramıştım. Listemdeki isimler arasında yer almayan bir kitap, raflardan birinin en ücra kösesinden bana göz kırpmaya başladı. Kitap “Bu Ülke”, yazar “Cemil Meriç”… Sayfaları ayaküstü karıştırırken ardarda beynimin duvarına çarpan şimşek gibi kelimelerle alt üst olduğumu hatırlıyorum. Hatta okuduğum ilk cümleyi bile çok iyi hatırlıyorum:

“Mefhumların kâh gülünç, kâh korkunç maskelerle raksa çıktığı bir karnaval balosu, fikir hayatimiz…”

Uçsuz bucaksız bir sahrada aradığı vahayı bulmuş bir bedevinin susuzluğuyla yudumluyordum kelimeleri:

“Tanımıyoruz onları, nereden geliyorlar bilen yok. Firavunlara benziyorlar, kalabalığa çehrelerini göstermeyen firavunlara. Ve aydınlarımız, o meçhul heyulalar için ehramlara taş taşıyan birer köle…”

Cemil Meriç, o günden sonra başucu kitabım oldu. Mutfak tezgâhımın bir köşesine, arabamın torpido gözüne, çalışma masamın üzerine, yatak odama, oturma odama; nefes aldığım, vakit geçirdiğim her mekâna bir sevgili resmi gibi onları da taşır olmuştum… Bu Ülke’yi Jurnal’ler takip etti. Sonra yavaş yavaş üstadın düşünce dergâhının kapısını araladım. Ümrandan Uygarlığa, Mağaradakiler, Kırk Ambar, Saint Simon ve diğerleri…

-Meriç’in genel kişilik özelliklerini düşünerek bize bir Cemil Meriç fotoğrafı çekebilir misiniz? Mahmut Ali Meriç’in penceresinde yalnız, tedirgin ve küstah bir Cemil Meriç var. Ya sizin pencerenizde…

Benim hüsnünü temaşa ettiğim Meriç; çok heybetli, çok yalnız çünkü “semasında tek yıldız”. Meriç, İbn Haldun’u böyle tarif eder; kendi semasında tek yıldız. Onun hakkında çok şey yazıldı, çok benzetmeler kullanıldı, çok tekrarlar yapıldı ama hiç kimse onu, onun kadar güzel anlatamadı. Sonra parçaladılar onu, parçaladıkları zaman daha iyi anlayacaklarını ve anlatacaklarını vehmettiler. O kadar çok parçaladılar ki, bazı organlarını kaybettiler. Meriç için “otopsi masasında darmadağın yatan bilge” demiştim bir zamanlar. Sanıyorum naçizane yaptığım bu tespitte onun son hali pür melalini özetler oldu. Meriç, benim fikir babam ve onu otopsi masasında izlemek çok acı veriyor… Bir evladın duyacağı azami ıstırabı çekiyorum. İşte bu yüzden huzursuzdur Üstat. Huzura kavuşması için eserlerinin parçalanmadan bölünmeden, kesilmeden kırpılmadan ve artık daha fazla geciktirilmeden yayınlanması gerekiyor. O zaman aydınlığa yani huzura kavuşacaktır.

Mahmut Ali Meriç’in dediği gibi, “tedirgin” değil de, huzursuz dersek daha doğru bir tespit olur. Aslında Meriç’in sadık okurlarına, şakirtlerine bakarsak bu sorunun cevabını da bulmuş oluruz. Ne kadar Meriç okuru varsa, o kadar Meriç vardır. Şunu demek istiyorum; Meriç’i okumuş insan kadar Meriç profili vardır.

-Meriç okurları dediniz de… Biraz da Meriççilerden bahsedelim isterseniz? Sitenizden dolayı onları çok yakından tanıdığınızı düşünüyorum…

Evet, epey bir teşriki mesaimiz oldu… Çok ilginç insanlardır Meriç şakirtleri… Birbirleriyle asla uyuşamazlar. Münekkidin münekkitle anlaşabildiği, bir müdekkikin bir müdekkike katlanabildiği görülmemiştir. Meriç yalnızdır, çünkü rahatsız eden adamdır. Meriç şakirtleri de yalnızdırlar ve ilginç bir şekilde üstatlarıyla kader ortaklığı yaparlar.

Örneğin, uyumak istedikleri zaman uyuyamaz, uyudukları zaman da bir an önce uyanmak istenciyle bir türlü pozisyon alamazlar. İnsan kılığına girmiş “hareket” gibidirler. Bu tipler tarih, edebiyat, siyaset, din, ahlak, medeniyet velhasıl her şeyin hülasası gibidirler. Canlı ansiklopedidirler… Sürekli hareket halinde bir atlas tahayyül edebiliyor musunuz? İşte bir Meriç şakirdinde bu mucizeyi temasa imkânınız vardır. Her taraflarından el, kol, bacak fışkırır, her tarafa uzar bu organları… Memleketin saadeti de, felaketi de onların bilgisindedir. Üstatlarından tek farkları; çok bildikleri için değil, çok konuştukları için çok bildikleri düşünülür. Sürekli muhaliftirler. Herkes alkışlarken onlar yuhalarlar, herkes yuhalarken onlar alkışlarlar ve buna rağmen kırlangıç gibi yaşamayı başarırlar. Tezatlar yaratma kabiliyetinden mahrum olanlar onlara çok sönük gelir. Şüpheci görünmeye kalkar, garip münakaşalar içinde zekâlarını boğarlar. Böyle bir didinmeden hangi şahıs sıhhatini koruyarak çıkabilir? Her şeye alaka göstere göstere, hayatlarının son demlerinde nihayet hiçbir şeye aldırmamaya başlarlar, lakin çok geçtir…

-Meriç okurlarından çok müşteki gibisiniz…

Hayır, hayır Mükrimecigim… Çok sevimliyizdir aslında… Meriç okurlarından değil ama onları anlamayan, anlamak istemeyen cemiyetten müşteki olabilirim. Gerçek Meriç okurları -imitasyonları çoktur- kullandıkları lisandan ötürü lise yıllarına benzerler; gençler tarafından nefretle, yaşlılar tarafından hasretle anılırlar. Dinlenilmedikleri için anlaşılmazlar, anlaşılmadıkları için kabul görmez ve bir kenara atılmış, zamanı geçtiği halde kullanılmamış saman muamelesi görürler. Yazıları, vergi iadesi zarflarının makûs talihini yaşar, yedikleri küfür hadden efsundur; “(…) ne bu, bu nasıl dil! Türkçesi yok mu bunun! Milattan önce mi doğdun? Bunların hepsini misak-ı milli sınırlarından öteye dehlemeli!” gibi…

Bir Meriç okuru olarak “bizleri” anlatmak cidden tuhaf bir duygu… Gözlerimiz büyüktür, görme kabiliyetimiz de vardır. Vasat okurlar bakarlar, vasatin üzerindekiler görürler, daha iyilerimiz bakmadan dahi görebilirler. Görme kabiliyetimizle birlikte, gözlem kabiliyetimiz de gelişmiştir. Çoğumuzun hafızası çenemizden daha iyi çalışır. Din duygusu gelişmiş olanlar vardır aramızda ama münkirlerimiz de yadsınamayacak kadar çoktur. Münakaşalarda genellikle kazanırız. Fikrimizle, bilgimizle kazanamayacak olursak, nüktedanlığımızla ilzam ederiz rakiplerimizi. Yine kaybedersek, buluruz kendimize bir teselli. Meriç’in muhteşem ifadesiyle; “Münakaşada zafer kaybedenindir” der ve toz kondurmayız karizmaya… Aklımız başımızda mıdır bilmiyorum ama bir aklımız vardır. Suya sabuna çok fazla bulaştığımızdandır belki, elimiz yüzümüz temizdir. İçimiz dışımızdadır, bu yüzden içimiz de temiz kalmayı başarır. Her daim sütten çıkmış ak kaşığızdır biz… Üstadımıza çok benzeriz ve bununla her daim iftihar ederiz. İyi insanlarızdır vesselam, bakmayın aleyhimizde atıp tutanlara. (gülümser)

-Ve Meriç’in düşünce ummanı… “Kendi kafanızla düşünmeye çalışınız. Hiçbir otorite kabul etmeyiniz” diyen Meriç, insanlara başkalarının düşüncelerinde esaret günleri yaşamalarının uyarısını yapmaktadır. İnsanlar, dîdâr-ı hürriyete vâsıl olmaları için gerekirse Meriç’in omzuna çarpıp koşacak ve irtifâ noktasına isim bırakacaklardır. Meriç’in beklentisi budur! diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?

Ümit Meriç’in güzel bir sözü vardır; “Gerçek Meriççi, Meriççi olmayan Meriç severdir” der.
Aslında Meriç’in düşünce ekollerini tanımak, Meriç’i tanımak için belki yeterli olabilir ama çağınızı yakalamış bir entelektüel olmak istiyorsanız çağdaş düşünürleri, edebiyatçıları okumanız şart. Meriç’i seven ve okuyan bir aydın olmak kolay ama Meriç’in de sevebileceği, takdir edebileceği bir aydın olmak zor. Yani onu sevmek kolay ama sevilmek zor… Meriç çağdaşları tarafından kabul görmeyen beyinlerden hoşlanırdı, çağını tanımayanlardan değil. Evet, iyi bir Meriç okuru olmak hiç zor değil; iyi bir münekkit, iyi bir müeddib, iyi bir mütefekkir, iyi bir müdekkik olabilmeli. Hedef bu olmalı… Meriç’in uzattığı pusulayı almalı ve yola devam etmeli. İleri, daha ileri gitmeli.

-Sanırım sohbetimize fildişi kulesi ile devam etmezsek Cemil Meriç’i anlatmaya hiç başlamamış olacağız.

“Fildişi kule, davasız sanat meczuplarını barındıran miskinler tekkesi” diyor üstat. “Fildişi kulenin penceresi pembe kristal” der… Kasırgalı bir deniz, kayalara koşan bir gemi… Ve kuleden avazı çıktığı kadar bağıran nöbetçi… Hangi kuleyi kastediyor dersin bu tasvirde? Bittabi fildişi kule… O, kâh fildişi kuledeki nöbetçidir, kâh kayalara koşan gemidir. Üstadın zihin ve yürek denizi çok dalgalıdır. Ve sığındığı iki liman vardır. Yüreği kabardığı zaman Lamia’ya sığınır, beyin fırtınasına tutulduğu zaman fildişi kulede nefes alır. Fildişi kule, üstadın o muhteşem kütüphanesi. Bütün cemiyeti kitapların arasından, pembe kristal pencereden seyreder… “İnsanlar güzel gözükür oradan” der.“ İnsanları sevmek için onlardan kaçmak gerek” der. Fildişi kulede, kütüphanesinin raflarına dizdiği insanları sever. Onları sevdiği için dışarıdaki insanları da sevebileceğini zanneder. Ama hep yaralanır, hep hayal kırıklığı yaşar, hep tırmalanır. Sabrı taştığı zaman “Fildişi kuleden vazgeçtik, canavarlarla kucak kucağa yaşayacağımız mağara nerede?” diye haykırır.

-Meriç’in düşünceleri edebiyattan yoksun büyümemiştir. Onun, “Bir Dünyanın Eşiğinde” eserini de dikkate alırsak edebiyat hakkındaki düşüncelerinin genel çerçevesini nasıl çizebiliriz? Yani kendisine inşa ettiği dünyasında düşünce ve edebiyatı merkeze almış bir Cemil Meriç…

“Bir Dünyanın Eşiğinde” kitabı önce “Hint Edebiyatı” ismiyle basılmıştır. Daha sonraki baskılarda isim değil sadece, içerik de bir hayli değiştirilmiştir. Hindistan, Bir Dünyanın Eşiği’dir. “Hint Edebiyatı’nın bilimsel ve alışılmış edebiyat tarihi ile ilgisi adından ibaret” der Meriç. Panteizm, Hint düşüncesi, Hint edebiyatı, Hint kültürü, yani bütün giriftliği ile Endiyanizm anlatılır bu kitapta, edebiyat değil. Meriç niçin Hindistan’ı tercih etmiştir? Avrupa kültürü eski Yunan enkazı üzerine inşa edilir, Doğu ise Hint’in. Avrupalı Helen’dir, Doğulu Hintli. Hindistan’ı tanımadan Doğu’yu anlayamazsınız der Meriç. Avrupalının Asya’ya neler borçlu olduğu anlatılır bu kitapta. Hint düşüncesinin ilk fatihi olan el- Biruni’nin Harzemli bir Türk olmasına mukabil, Hint edebiyatına ve kültürüne bigâne kalışımız ve kayıtsızlığımız anlatılır. Batı Olep’dir, Doğu Himalaya. Himalayalar’ın zirvelerinden Türkiye’yi kucaklamak için dört kolunu birden uzatan Hint tanrıçasıdır Cemil Meriç. Uzatmış ama boşluğu kucaklamış. “Hint okunmuyor” diye hüzünlenir hep üstat. Hint okunmuyor… Hala okunmuyor. Bir gün okunur mu? Bilemiyorum… İnşallah…

-Avrupalılaşmayı bir intihar çılgınlığı, bir intihar kararı olarak telakki eden Meriç, “Avrupa’dan silah ve teknoloji ithal edilirken beraberinde Avrupa fikirleri de ithal edildi” cümlesiyle batı medeniyetinin karşısında durduğunu çok keskin bir şekilde ifade etmiştir. Size göre Meriç’in medeniyet anlayışı nedir? Meriç, doğu medeniyetimizin sağlam bir müdaficisidir, diyebilir miyiz?

Meriç “Tanımıyoruz Avrupa’yı!” diye isyan eder. Meriç bir oksidentalisttir. Batı’yı, Batı kültürünü ve medeniyetini ve tabi, edebiyatını anlatan bir Doğulu… Fransızca eğitim aldığı için ve bu nedenle de Fransızcaya çok iyi derecede hâkim olduğu için Fransız düşünürler ve edebiyatçılar üzerinde yoğunlaşmış ama diğer Avrupalı düşünürleri ve edebiyatçıları da ihmal etmemiştir. Meriç temelsiz taklitçiliğe, aydınımızı kuşatan ve kendini inkâr etmeye kadar varan aşağılık kompleksine şifa arayan adamdır. “Zavallı Türk aydını… Batılı dostları alınmasın diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu” der. “Batı’yı tanımadan taklit etmişiz. Çare, Batıyı bütün olarak tanımak” derken, Batı’nın bütün dünya görüşlerini; yalanı ile, hakikati ile bütün cephelerini öğrenmeliyiz, öğrenmek zorundayız demek ister Meriç. “Batı ve Doğu insan beyninin iki yarım küresidir” der. “Işık Doğu’dan Gelir” diyerek Türk insanına hazinelerini hatırlatmak, onu aşağılık kompleksinden kurtarmak, yeniden kendine güvenmesini sağlamak ister. “Beynimle Batılı, zevklerimle Doğuluyum” der… Avrupalı için Doğu, Kırk haramilerin mağarasıdır. Oryantalistler bu hazinelerinin peşindeki define avcılarıdır. Meriç ise bize “açıl susam açıl” ı hatırlatan adamdır.

-Meriç’in dünyasında sürekli onun hayatındaki geçişlerden söz edilmektedir. Mesela bazen sağ-sol arasında kalmış bir Cemil Meriç bazen de belli bir cemaat mensubu olarak tanıtılan bir Cemil Meriç… Emine Hanım, sizce bu görüşlerin tutarlılığı var mıdır? Bu görüşlerin açmazları varsa biraz bu konu üzerinde konuşabilir miyiz?

Meriç, bütün bu kamplaşmalardan uzaktır. Meriç’i özel kılan da budur zaten. O hiçbir zaman bir izm’e, bir cemaate, bir ekole bağlanmamış, her zaman bağımsızlığını muhafaza etmiştir. Sağ sol arasında kalmışlık da söz konusu değildir. O, sağ sol tartışmaları yüzünden sokaklar kan gölüne döndüğü zaman, Tur dağındaki Musa’nın durumunu iliklerine kadar hisseden ve “Yapmayın! Durun! Yanlış yapıyorsunuz!” diye haykıran adamdır.
Meriç için sağcılık da, solculuk da yapay kodekslerdir. Birer mefhum olarak zikretmek zorunda kalmıştır çünkü yaşadığı devrin lafızlarıdır. Hakikatin sağı solu belli olmaz, ansızın çıkar karşınıza. Meriç bu büyük buluşmanın peşindedir ve bu yüzden her tarafa çevirir yüzünü. Bir tarafa ram olmak için yeterli nedeni de yoktur zaten; sol papağandır, hareket etmek için mutlaka bir Batılı’ya muhtaçtır. Sağ ise okumaz, sembollere ve sloganlara sığınmıştır, korkak ve pısırıktır. Sağdan gördüğü teveccühe binaen, sağcı yayın organlarında yazmış ama rahat edememiştir. Edememiştir çünkü Batı ile savaşmıştır. Oysa sağcıların nazarında Batılı olduğu için, Batı’yı bildiği için ve bir Batılı gibi konuştuğu için kıymetlidir.

-Cemil Meriç gözlerini kaybetmiş ise de ortada düşünce sancılarına engel olamayan bir körlük var. Buna rağmen bize kapılarını sonuna kadar açtığı aydınlık hazinesinden uzak olarak onu, sürekli karanlık dünyasında yorumlayan bir anlayış var. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tabi, tanınmayan, yeterince tanıtılamayan, tanıtılmasına izin verilmeyen bir dolu beyin var karşımızda. Meriç’in dünyası karanlık mıydı? Zahiren evet, manen hayır… Karanlıktaki bir adamın anlatacak çok şeyi olmaz. Meriç bir ışık tufanı içindeydi. O kadar çok şey görüyordu, o kadar çok şey anlatmak istiyordu ki kelimeler hızına yetişemiyordu. Bütün bu zenginliğe ek olarak, Meriç âşık bir adamdı. Âşık insana “kör” diyemezsiniz. Görüyordu elbette ama gözleriyle değil; gönlüyle, yüreğiyle ve beyniyle…

-Danışmanlığını gazeteci-yazar Dücane Cündioğlu’nun, yönetmenliğini Şafak Bakkalbaşıoğlu’nun yaptığı “Türkiye’nin Ruhu” adlı Cemil Meriç’i tanıtmaya yönelik belgesel hakkındaki genel yorumlarınızı da okuyucularımızla paylaşır mısınız?”

O belgeselle alakalı düşüncelerimi Timeturk.com sitesindeki köşemde yazdım Mükrimecigim ama madem burada da dile getirmemi istiyorsun, o köşeme sığdıramadığım bir detayı dile getireyim. Belgeseli izleyen ve daha önce Meriç’i okumamış, tanımamış bir insanın muhayyilesine çizilecek Meriç portresi, içimde bir yerleri sızlatıyor. Günün yirmi dört saati çizgili pijaması ve elinden düşürmediği sigara izmariti ile evde dolaşan, uykusu geldiği zaman uygun mekân arama ihtiyacı duymadan bulduğu yere devrilip uyuklayan bir bunak. Hayır, bu adam Cemil Meriç değil. Ne acı bir manzara. İnanın dünyada hiçbir yazar okuru karşısında bu kadar hazin bir duruma düşürülmemiştir. Eserleriniz basılmıyor, basılan eserlerinize, dilinize ve zevklerinize müdahale ediliyor. Bütün bunlarla yetinilmeyip bir de mahreminiz faş ediliyor. Kimsenin Cemil Meriç’in çizgili pijamalarını, yani özelini bu kadar ortaya sermeye hakkı yok. Önce Jurnalleri bastırarak yaptılar bunu, sonra Jurnallerin görsel nüshalarını dağıttılar medyaya… Meriç’in sabahlığını çok iyi tanıyor artık okuyucu peki ya, “Altın gözlü kız”… ? Meriç bu mu?

-Meriç’in referanslarını düşündüğümüzde onun için temel kaynakların hangi eserler olduğunu söyleyebiliriz?

Önce Balzac tabi… Rousseau, Nietzsche, Büchner, Hegel, Hugo, Heine, Zola, Dosto… Doğu’da haşir neşir olduğu isimler arasında ilk sırayı İbn Haldun işgal eder. Ardından Ebu’l-Ala, Hayyam gibi isimler giriyor sıraya. Sosyalizmden Türkçülüğe bir geçiş yapar bir ara ve Yusuf Akçora’yı okur. Rıza Nur’da etkiler biraz. Sonra Nazım Hikmet’le ve Kerim Sadi ile tanışır… Meriç’in referanslarını anlatmak çok zor, öyle zengin bir kütüphane ki! Göz atmadığı isim kalmamış diyebiliriz…

-Cemil Meriç, mesela Gobineau’nun Asya dinleri hakkındaki eserin ehemmiyetini izah ederken bu eserin Türkiye’de hâlâ çevrilmemiş olmasını hayreti mucip olarak karşılamaktadır. Oysa Cemil Meriç, eserlerinin ve çevirilerinin tamamının yayımlanmadığı bir Meriç dünyasını geride bırakacağını nereden bilirdi? Meriç’in yayımlanmayan çalışmaları hakkında bizi bilgilendirir misiniz? Sizce bu durumun saikleri nelerdir?

Kültürden İrfana (en son 1985’de basıldı). Şu sıralar insan yayınları tarafından yeniden piyasaya sürüldüğü biliniyor. Bir Facianın Hikâyesi ( en son 1981`de basıldı) ve artık basılmayacağı söyleniyor. Mahmut Ali Meriç bu kitabı diğer kitaplara dağıttığını ve artık basılmasına gerek kalmadığını söylüyor. Akıbeti meçhul olan eserleri söyle sıralayabiliriz:

Sosyalizm ve Sosyoloji Tarihinde Pierre Joseph Proudhon adlı bir çalışması, Fakülteler Matbaası (Türkiye Harsi ve İçtimai Araştırmalar Derneği, sayı 101, 23 s.) . 1968’de I.Ü.E.F. Sosyoloji dergisinde çıkan “İdeoloji” ile ilgili bir kitapçık (sayı 21-22) (Fakülteler Matbaası, 23 s.) Cemil Meriç`in çevirilerinin birçoğu basılmamıştır. Mesela Balzac’dan yaptığı çeviriler;
Altın Gözlü Kız (Üniversite Kitabevi), 189 sayfalık kitabın 74 sayfası Balzac’la ilgili bir incelemenin yer aldığı önsözdür.
Otuzundaki Kadın(A.Bolat Yayınevi, 168 sayfa)
Onüçlerin Romanı (Ferragus) (Yüksel Yayınevi), 157 sayfanın 28 sayfası önsöz
İhtişam ve Sefalet (Vautrin)” (Ötüken Yayınevi, 543 s.)
Victor Hugo’dan yaptığı çeviriler;
Mahmut Sait Kılıççı ile beraber manzum olarak çevirdiği “Marion de Lorme” (M.E.B. Yayınları, 192 s.) ve Hernani adlı piyesinin manzum olarak tercümesi
Diğer çevirileri;
Uriel Heyd’den “Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri” (Sebil Yayınevi, 134 s.) Thornton Wilder’in “Köprüden Düşenler” adlı kitabını Lamia Çataloğlu ile birlikte İngilizceden Türkçeye çevirmişlerdir (Tur Yayınları, 112 s.).
Maxime Rodinson’un “Batıyı Büyüleyen İslam”(Pınar Yayınları, 233 s.). Bu çevirilerin hiçbir yayımlanmamaktadır.
Cemil Meriç`in; Yurt ve Dünya, Yücel, Gün, Amaç, İnsan, Yirminci Asır, Dönem, Çağrı, Yeni İnsan, Hisar, Türk Edebiyatı, Kubbealtı Akademi, Orta Doğu, Pınar, Köprü, Gerçek, Hareket, Milli Eğitim ve Kültür ve Yeni Devir dergilerinde yazıları, makaleleri de toplanarak yayımlanmayı bekliyorlar…

Mahmut Ali Meriç, evladı ve varisi olarak üstadın eserleri üzerinde hak sahibi olan yegâne sorumlu şahsiyettir ve kendi insiyatifi ile eserlerin basımını geciktirmektedir. Haklı nedenleri vardır belki, bilemiyoruz. Biz Meriç’den cüda yetişen bir neslin zihnen ve ilmen eksik bırakıldığına iman ediyoruz. Bunun sorumluluğu çok ağırdır tabi.

-Pekâlâ, Meriç ile ilgili kaleme alınan makale ve eserleri yeterli buluyor musunuz?

Çok şey yazılıyor, çok merasim tertipleniyor, çok anılıyor, çok mum taşınıyor mezarına. Eskiden sevinirdim, bugün bütün bunlar beni samimi bir okuru olarak rahatsız ediyor artık. Bu insanlara yapılacak en büyük iyilik eserlerini aslına en uygun şekilde okuyucusuna ulaştırmaktır. Meriç okuyucusuna tam tekmil ulaştırılmamıştır ama hakkında biyografiler, monografiler kaleme alınmıştır. Makaleler yazılmış, tez çalışmaları yapılmıştır. Korkunç bir şey…

-Sohbetimizin dem aldığı yerde nokta koymak biraz güç olacak… Sözümüzü yine Meriç’in dünyasına ilişkin bir sorumla tamamlamak istiyorum. Emine Hanım, sizce nice düşüncelere hamile kaldığı halde, sancıları kendisine yetmeyen ama zihnindeki ve yüreğindeki emeğin de kıymeti idrâk edilmeyen bir fikir işçisi mi karşımıza çıkıyor?

Emeğinin kıymeti idrak edilemiyor diyelim. Bu irade dışı bir olay… Dil olarak anlaşılmıyor ve bu durum, üstadın dili sadeleştirilerek izale edilmeye çalışılıyor. Hayır, Meriç’in dili sadeleştirilemez… Okullara Osmanlıca dersler getirilmeli, gençlerimiz Osmanlıcayı, yani atalarının dilini öğrenmeliler. Gençlerimiz Cemil Meriç’i okuduklarında anlama sorunları yaşamamalılar. Aksi halde biz bunun hesabını veremeyiz, gerçekten veremeyiz. Yarın mahkeme-i kübrada Mehmet Akif Ersoy’un, Ziya Paşa’nın, Cemil Meriç’in gözlerine bakamayız.

-Teşekkürler Emine Hanım…

Ben teşekkür ederim.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir