"Enter"a basıp içeriğe geçin

Allah’ın Bizden ‘Dindar Nesil’ Talebi Var mı?

Ülke gündemi hergün yeni bir sansasyonla dalgalanırken belli bir konu
üzerinde sabit kalmanız, kendi akıntınızın sürüklediği şelalelere doğru yol
almanız mümkün olmuyor.

İstikrar” bizim gibi huzursuz zihinler için sadık kalınması
zor bir disiplin.

Eğer tartışılan konu hakkında edecek kelamınız varsa ve sırf çizginizi
bozmamak için susmak zorunda olduğunuzu hissediyorsanız, derhal vicdanınız dile
geliyor ve savaş başlıyor.

İşte bu nedenlerle “Hellenizm ve Kadın” konulu yazıların
arasına, ‘dindar nesil’ tartışmaları sırasında kafama takılanlar
sıkıştırılacak.

Geçelim…

Başbakanın ‘dindar nesil’ yetiştirme hayalini anlamak zor
değil. Anlamakta zorlanılan konu, böyle bir neslin karşı alternatifinin
‘ateist nesil’  olarak tanımlanması ve bir kötü örnek olarak da
“tinerciler”in hatırlatılması olabilir.

Burada ciddi bir bilgi eksikliğinden ziyade terminolojik kusur da söz
konusu…

Dindar neslin karşıtı ateist nesil değil, dinsiz nesildir.

Dinsiz nesil ateist nesil değil, deist nesildir.

Deist; bir tanrı inancı olan ancak herhangi bir dine mensup olmayanlara
denir.

Ateizm ise bir yaratıcının varlığına inanmama, onu yok sayma felsefesi olarak
tanımlanır. Oysa Allah‘ın varlığına inanmayan biri onun varlığı veya yokluğu ile
ilgili bir tartışmaya girmez.

Dolayısıyla ateizm yok sayılan bir yaratıcı varlığın düşmanlığını yapmak,
iman sahiplerine saldırmak, dinleri horlamak değildir.

Ateizm, en uygun tabirle ‘tapım tanımamazlık’tır.

Ateizmi bilen ateist -dini tercihi sorulmadıkça-; Allah, din, kitap
tartışmasına girmez; bunların düşmanlığını ise kesinlikle yapmaz.

Yurdumdaki ateistleri kasdetmiyorum tabi… Türkiye’de aşağı yukarı bütün
ateistler din düşmanı olmasalar da, İslam düşmanıdırlar. Farkında olmadan
kendilerine sayısız tanrılar edinmişlerdir ama sırf muhalif görüntüyü daha bir
parlatıyor ve müslümanları çıldırtıyor diye ateist olurlar.

Başbakan muteber nesli ‘dindar nesil’, onun kötü karşıtını da ‘ateist nesil’
olarak ortaya koyarsa, kavram karmaşasından nükseden bu düşmanlık daha da
pekişir.

Oysa, dindar bir Hıristiyan misyoner İslam’ı tahrif etmek için türlü
entrikalar çevirirken, hiçbir dine düşmanlığı olmayan ateist
insanlığa daha çok nasıl faydalı olabilirim?
sorusuyla meşgul olup müslümanlara sayısız hizmetler sunabilir.

Demek ki ideal insan tipi ‘dindar’ değil, ‘ahlaklı’ olan insan tipidir.

“Dindar olmak ahlaklı olmanın şartıdır” diyorsanız, son derece dindar bir
insan olduğunu bildiğimiz eski ABD Başkanı Bush’u ahlaklı kabul etmemiz
gerekir.

İman dahi ahlaklı olmanın şartı değildir.

Eğer öyle olsaydı henüz Allah’ı arayan Hz. İbrahim’in ahlaksız olduğunu kabul
etmemiz gerekirdi. Oysa gerek Hz. İbrahim, gerekse vahiy almadan önceki haliyle
Hz. Muhammed, son derece ahlaklı, hatta güzel ahlaklarıyla tanınan, bilinen
insanlardı.

Ahlaklı insanın en mümeyyiz vasfı Kur’an’a göre ‘salih amel’ dir.

Bugün insanlığa hayrı dokunan bilim adamlarının büyük bir kısmının ne yazık
ki ateist olduğu bilinen bir gerçektir. Bunun en mühim nedeni ise
Hıristiyanlığın içindeki yüksek ahlaka ters (dünyaya gelen her insanın günahkar
doğması, ruhbanlık müessesi vs gibi)  teolojik ayrıntılardır ama bu konuyu başka
bir yazıda ele alalım.

Bu kavramları yerli yerine oturttuktan sonra gelelim ‘dindar nesil’
tartışmasında unutulan en mühim noktaya.

‘Dindar nesil’ tasavvurunun oluşumunda ilham alınan kaynak, -eğer İslam
kasdediliyor ise- mutlaka Kur’an olmalıdır.

Kur’an‘da acaba çocuklara dini telkini farz kılan bir ayet var mıdır?
Kur’an’a göre çocuğun dini eğitimini kim verir? Aile mi, devlet mi?

Her ne hikmetse onca yazılıp çizilmesine rağmen kimsenin aklına bu soruları
sormak, cevaplamak gelmedi. Tabi bütün bu sorulara cevap ararken psikiyatrinin,
pedagojik araştırmaların da bulgularını göz ardı etmemek gerekiyor.

Bir insan hayatındaki periyodlar Kur’an‘da şu ifadelerle anlatılır;

(…) “Böylece dilediğimizi belirli bir süreye kadar rahîmlerde tutar sonra bir
bebek olarak çıkarırız. Artık kiminiz ergenlik çağına erişir, kiminize ölüm
erken gelir, kiminiz de ne dediğini bilmez bunak bir ihtiyar oluncaya kadar
yaşar.” (Hac/5)

Kur’an’daki Baliğ ya da Buluğ (Arapça: بالغ ya da بُلوغ‎)
kelimelerinden kasıt -dilimizde de çoğu zaman aynı ifadeyle karşılığını bulan-
‘ergenlik çağı’dır.

Bebeklikten sonra başlayıp ergenliğe giriş dönemine kadar süren bu evrede
çocuğun vicdan eğitimi başlar, gelişir ve sona erer.

Kur’an’dan çocuk eğitimiyle ilgili ele alabileceğimiz tüm ayetler
modern psikiyatrinin verileriyle de örtüşür.

Şöyle ki;

İsviçreli ünlü psikolog Jean Piaget çocukluktan ergenliğe
uzanan dönemi dörde böler;

1. Duyusal motor dönem (0-2 yaş)

2. İşlem öncesi dönem (büyüsel dönem) (2-5/6 yaş)

3. Somut işlemler dönemi (6/7-11/12 yaşlar) – (somut
işlemsel dönem olarak da adlandırılır.)

4. Soyut işlemler dönemi (11/12 ve sonrası) – (formel
işlemsel dönem olarak da adlandırılır.)

Bu süreç insanın hayaller ve realite arasında bocaladığı, savaştığı, verilen
vicdani terbiyeyi kendi karakterinde somutlaştırdığı yoğun, yorucu dönemdir.

Altı yaşına kadar olan büyüsel dönemde çocuğun içgüdüsel davranışlarında
büyüsel tepkiler etkin olduğu için, çocukla diyalog kurulurken tüm bu majik
unsurların özgür bırakılması, abartılmaması gerekir.

Annelerimizin kapıya çarptığımız zaman bizleri teskin etmek için kapıyı
suçlaması ve hatta kapıyı vurarak cezalandırması bu yüzden mükemmel bir eğitim
tekniğidir.

Çocuğun bu döneminde çevresindeki herşey canlı birer objedir. Vicdan eğitimi
de işte bu çağda başlar ve herhangi bir dış yönlendirme olmadığı sürece, örneğin
kendisine ait olmayan birşeyi izin istemeden almaz çocuk.

Onu bu davranışa iten içgüdüler zamanla değişir, şekilden şekle girer ve son
olarak yetişkin bir birey olduğu zaman mizacını oluşturacak unsurlardan biri
olup karakterine yerleşir.

Örneğin bir gün oyuncağı izinsiz aldığı takdirde oyuncağın ona kızacağını
düşünürken, öbür gün oyuncağı koruyan meleğin ona kızacağını düşünür, ertesi gün
-atıyorum- oyuncağı almamasının nedeni bir canavarın kendisini yutabileceği
endişesi olabilir.

Bütün bu majik devreler hızla hareket ederler ve zamanla çocuk tarafından
realize edilirler. Bu süre sonunda çocuk istenen davranış şeklini benimsemiş ve
karakteriyle harmanlamış olur.

Bu hassas dönemde yapılan en büyük hatalardan biri ebeveynlerin rol
modeli olduklarını unutmalarıdır.

Kendisine yalan söylemenin sakıncalarından bahseden annenin yalan söylediğine
şahit olan çocuk bocalar ve yalanın kötülüğünü bildiği halde onu bir davranış
biçimi haline getiremez.

Bir başka yanlış, çocuğun büyüsel kurgularını realize etmeye
zorlamaktır.

Bunlardan biri dini telkindir. Bu yaşlardaki dini telkinler doğuştan var olan
doğallığa müdahale olacağı için çoğu zaman çocuk tarafından yanlış yorumlanır.
Herşeyin -kendisi de dahil- herkes için var olduğunu zanneden ve
olmak’ fikriyle dünyaya gelen çocuğa kainatın bir sahibi olduğunu
anlatmak onda ‘sahip olma’ fikrinin gelişmesine yol açar.

Anne ve babanın ‘sahip olma’ duygusunu destekleyen davranışları,
örneğin çocuğun sahip olduğu bir takım meziyetlerinin eve gelen misafire
abartılarak sunulması, alacağı sevginin ancak sahip olunacak şeylerle doğru
orantılı olarak artacağı veya azalacağı duygusunun oluşmasına neden olur.

Böyle bir eğitim metodu erk’in, özellikle de Kapitalizm’in işine gelir.

Psikoloji’nin son 60 yıldır dile getirdiği ve halen tartışılan bu bulgular
İslam’ın çocuk eğitimi perspektifine şaşılacak derecede uygundur.

İslam teslim olmak demektir, teslim almak değil. Çocuğa yapılacak dini telkin
onun iradesine müdahale etmek, bir anlamda onu teslim almaya çalışmak
demektir.

Bu yüzden Kur’an’da buluğ çağı ile, reşit olunan yaş bariz bir şekilde
birbirinden ayrılır ve çocuk rüşdünü ispat edeceği çağa kadar dini hükümlerden
sorumlu tutulmaz.

Sorumluluk reşit olma yaşı ile başlar ve bu yaş açık olarak zikredilmez.

Çünkü her insanın doğal bir harmonisi ve reşit olma yaşı vardır. Konuyla
ilgili ayet durumu çok net izah etmektedir:

“Ve yetimleri nikâh çağına ermelerine kadar gözetip deneyin, o vakit
kendilerinden bir rüşd hissettiniz mi hemen mallarını kendilerine teslim edin”
(Nisa/6)

Ayette geçen ‘Beleğun nikâh’ (nikaha ermek ), fiziki olarak
evlenebilecek yaşa ulaşmak, buluğa ermek demektir.

Çocuğun buluğa ermesi, akli melekelerini kullanabilecek yaşa geldiği
anlamına gelmez.

Bugün modern hayat şartları veya hormonlu yiyeceklerden dolayı buluğ yaşı
yediye kadar düşmüştür.

Yedi yaşında, daha akli melekelerini tam anlamıyla kullanamayan ve sorumluluk
yüklenemeyecek durumda olan birine herhangi bir dinin tebliği yapılmaz,
yapılırsa sağlıklı sonuçlar alınmaz.

Çocuk buluğ çağına kadar geçen süre zarfında ebeveynleri tarafından
yönlendirilerek ve onları modelleyerek bir ‘ibadet alışkanlığı’ kazanabilir
ancak bu durum, adı üstünde bir ‘alışkanlık’tan öteye gitmez.

Bu şekilde yetiştirilen bir kişi için ‘din’ törensellikle anlam kazanacaktır
ve kendisiyle benzer bir eğitime tabi tutulamamış veya tutulmamış kişileri kendi
dininden saymayacak, dışlayacaktır.

İslam’a göre kişi kendi nefsinden sorumludur.

Çocuklar bir süre için anne ve babaya teslim edilmiş emanet, dahası bir
imtihan vesilesidir.

Anne ve baba ancak örnek olmak suretiyle çocuklarını din ve ibadet
hayatlarına ortak edebilirler.

Bilinçli dini tebliğ ise ancak akıl beliğ oldukları, yani insanlığa ait din,
dil, milliyet, tarih ve kültür gibi zenginlikleri kavrayabildikleri bir çağda
soracakları sorulara cevap olmak üzere aile tarafından sunulur.

Bir imtihan enstrümanı olan çocuğa ailenin sunması gereken en önemli eğitim,
vicdani eğitimdir ve bu eğitim yalnızca iyi modellerin bulunduğu bir çevrede
edinilir.

Paraya ihtiyacı olduğu halde sokakta bulduğu cüzdanı hiç tereddüt
etmeden sahibine ulaştıran insan vicdani eğitimini doğru ve eksiksiz almış
insandır.

Benzer bir durumda olan ve bulduğu cüzdanı aldığı dini terbiyeden
dolayı sahibine ulaştıran kişi ise rasyonel hareket eden kişidir.

Kişi burada karşısındakine karşı bir sorumluluk hissetmez. Sorumluluk duyduğu
tek durum vardır, Allah’a karşı kendi durumu.

Onu bu davranış biçimine sevkeden saik, yani cezalandırılma korkusu veya ödül
alma arzusu ortadan kalkarsa, sahibi ortalarda görünmeyen bir malı sahiplenmek
bu kişinin nazarında meşruiyet kazanır.

Kişi inancını yitirmese dahi, vicdani dürtüler davranış biçimi olarak
karaktere yerleştirilmediği için küçük detaylar çoğu zaman önemsizleşir.

Çünkü bu insan işlediği her salih ameli bir zorunluluk duygusuyla
yerine getirmektedir, sorumluluk duygusuyla değil. 

Zorunluluk duygusu bazen yorucu olur ve baştan itibaren ‘sahip olmak’
duygusuyla yetiştirilen insan gün gelir inandığı Allah’ın yerine farkında
olmadan Altın Buzağıyı yerleştirir.

Gelelim diğer tartışma konusuna…

Devletin dindar nesiller yetiştirmekle mükellef olduğunu düşünenler
önce dünya üzerinde dini eğitim veren bir devlet örneği göstermeliler.

Devletten böyle bir hizmet bekleyen, devletin başındakilerin değişmesi ile
birlikte değişecek ideolojik zihniyetten dolayı katlanmak zorunda kalacağı
zillete de razı olur.

Öncelikle din eğitimini ve dini eğitimi ayırmak zorundayız.

Devlet din eğitimi verir, hatta vermelidir ancak dini eğitim veremez.

Oysa bugün Türkiye’de din eğitimi verilmediği halde Sünni İslam’ı vaaz eden
bir sistem ve dini eğitim mevcuttur.

Nedir bunun sakıncası?

Türkiye’de yaşanan tek din Sünni İslam değildir.

Bu nedenle laik(!) Türk devletinin bir kurumu olan Diyanet’in mevcudiyetinin
legalliği ile birlikte etik yapısı da tartışmalıdır. Sadece Sünni Müslümanlara
hizmet veren bu kuruma aktarılan vergiler ne yazık ki sadece Sünni
Müslümanlardan tahsil edilmemektedir.

Eğer Türk devletinin böyle bir kuruma ihtiyacı var ise, en azından yapısını
İslam ahlakına uydurmalı ve kul hakkına riayeti esas kabul eden bir teşkilata
çevirmeli; bu kuruma giden vergiler yalnızca Sünni Müslümanlardan tahsi
edilmeli, örneğin ateistlerden diyanet vergisi alınmamalıdır.

Bu mümkün değil ise en azından bu kurumda tüm dinlere ve mezheplere yer
açılmalıdır.

Aynı kısır döngüyü, ben merkezci algıyı dini eğitim sisteminde de
görmekteyiz.

Sadece Sünni İslam’ı öğreten kurumlar olan imam hatip liseleri, devlet
okulları statüsündedir.

İmam hatip liselerinin tarihi de çok ilginçtir.

CHP iktidarı zamanında açılan bu okulların amacı  laik, modern Türkiye
Cumhuriyeti devletine uygun din adamları yetiştirmektir…

İyi de laik devlet niye din adamına ihtiyaç duyar ki?

Çünkü Türkiye’de sol iktidarlar da, sağ iktidarlar da hiçbir zaman laikliği
tam anlamıyla kavrayamamış ve laik olamamışlardır.

Yetiştireceği kafasına uygun din adamlarıyla ülkedeki dini yapılanmaları
kontrol etmeyi, diğer tabirle bir ruhban sınıfı oluşturmayı amaçlayan CHP
zihniyeti, iktidarı sağ partilere kaptırınca kelimenin tam anlamıyla kazdığı
kuyuya düşmüştür.

Genellikle Neo-osmanlıcı kafaya sahip sağ iktidarlar da imam hatiplerde
Osmanlı medrese sistemini hakim kılmaya kalkışınca çatışmalar başlamıştır.

Neo-osmanlılıların görmek, anlamak, kavramak istemedikleri mesele
Türkiye’nin, Osmanlı zamanındaki değerlerden ve alt yapıdan uzaklaşmış, daha
farklı kimliklere bölünmüş bir yapıya sahip olduğu gerçeğidir.

Devlet eliyle desteklenen dini eğitimin ülkedeki kamplaşmaları artıracağını
düşünemeyen muhafazakar akıl, ne yazık ki Osmanlı eğitim sistemini de aslında
doğru dürüst bilmemektedir.

Osmanlı’nın zayıflamasının nedenlerinden biri eğitim sisteminde fenni
ilimlerden uzaklaşması ve dini eğitime yoğunlaşmasıdır.

Bir başka dikkate alınması gereken husus da  imam hatip liselerinde sunulan
dini eğitimin kalitesidir.

Din adamı değil de, ülkenin belli başlı kadroları için dini eğitim almış
elemanlar yetiştirmek hedeflenince (din eğitimi değil de dini eğitim verilmeye
kalkışılınca), sınava yönelik bir eğitim sistemi öncellendi ve beşeri ilimler ön
plana çıkarılıp dini eğitim geriye itildi.

Bu gelişme imam hatiplerdeki dini eğitimin kalitesini düşürdü ve ortaya
Arapça’dan bihaber ancak lafzen Kur’an’ı Kerim okuyabilen, ağzından Allah kitap
düşmeyen ama fani hırslarla malul, siyasi veya ticari hedefleri olan, vizyonsuz,
maddi gücü ilahi bir lütuf gibi algılayan ideolojik bünyeler çıktı.

Gerçek şu ki; ne toplumsal planlamada ne de dinlerin kendi iç
felsefelerinde din bir hizmet sektörü değildir.

Bir maddi üretim sektörü de değildir. Bu nedenle hiçbir devlet din
adamı yetiştirmez.

Eğer devlete bu izni verecek olursak, dini eğitimin nasıl olacağını, hatta
olup olamayacağını da o belirler.

Dini eğitim cemaatlerin işidir.

Ne gariptir ki bugün cemaat okulları da, tam anlamıyla Arapça’ya vakıf ve
Kur’an’ı asrın idrakine sunacak İslam alimleri yetiştirmek yerine, Nijerli
çocuklara Türkçe öğretmeyi tercih etmektedir.

Bu konuda dikkate alınması gereken bir diğer mevzu da ilahiyat
fakültelerinin durumudur.

Bugün Batı’da hiçbir üniversitenin kilise bölümü yoktur.

İlahiyat kelimesinin tam karşılığı teolojidir. Teoloji tüm dinleri
kapsar.

Oysa Türkiye’deki İlahiyat fakültelerinde imam hatip liselerinde verilen
İslami eğitim teferruatlandırılır sadece.

Bir üniversite çatısı altındaki akademik din bilimlerinin tamamı İslam’a
endekslenemez.

Endekslenirse ilahiyat eğitimi adı altında yapılan sahte
akademizmden
bahsedebiliriz ancak.

Bu fakültelerin kürsü başkanları Budizm’i İngilizce yorum kitaplarından
okuyan ve aslından bihaber kişilerdir. Salt İslam alanında uzmanlaşmak isteyen
bir akademisyenin dahi Budizm gibi bir dünya dinini aslından okumamış olması
utanılacak bir hadisedir.

Bizim Hıristiyan teoloğumuz yoktur ama bol miktarda İsrailiyat
teoloğumuz vardır.

Bu yüzden Batı’yı örnekler ama tanımayız. Çünkü asırlardır süren Batı
aşkımıza rağmen bir türlü aklımıza oksidentalist enstitüleri kurmak gelmez.

Buna mukabil oryantalistlerin kitaplarından İslam’ı öğrenen teologlarımız
kendilerine ‘din adamı’ derler.

Üniversite bilim üretir, din adamı yetiştirmez.

Bugün Türkiye’de ilahiyat fakülteleri din adamı yetiştirmeye zorlanıyor.
Üstelik tek bir dine ait, tek bir mezhebin eğitimini almış din adamlarını…

Peki buradan mezun olanlar din adamlığı yapıyorlar mı?

Bugün Türkiye’nin ilahiyat mezunlarını medya sektöründe, parlamentoda,
bürokrasi ve diplomaside, devlet kadrolarının tamamında görebilirsiniz. Din
adamlığı yapanların sayısı bir hayli azdır.

Özetlersek:

Eğitim ve öğretim farklı şeylerdir.

‘Eğitim’ çocuğu vicdani terbiyeye tabi tutarak bir davranış biçimini
alışkanlık haline getirmesini sağlamaktır.

Öğretimde ise bir takım doğruları öğretmek, kimi zaman ezberletmek
esastır.

Bu metodu esas alan eğitim sistemimizin adı yanlış konulmuştur aslında.
Eğitim değil, öğretim sistemi olmalıydı.

‘İlmi taleb etmek’ gibi eğitimde son derece gerekli bir şartı
önemsemeyen modern eğitim, ilmi talep edenden gelen ‘talebe’ kelimesini öğrenci,
hocayı da öğretmen yapmıştır ancak ‘eğitim’ kelimesini unutmuştur.

Öğretimi herkes alır. Her çocuk yere çöp atmanın yanlış olduğunu bilir ancak
bunu alışkanlık haline getirmek vicdani eğitimle ilgilidir ve bu eğitim 3
yaşında başlayıp 11-12 yaşlarında sona erer.

İslam’a göre ebeveynler çocuklarına model olmak suretiyle bir vicdan eğitimi
kazandırırlar ve dini hayatlarına da bu süre zarfında çocuklarını ortak ederler.
Bir aile çocuğuna kendi dinini ancak çocuk akıl beliğ, yani rüşdünü ispat edecek
yaşa geldikten sonra bir tercih olarak sunabilir.

Ne dünya genelinde ne de akıl ve vicdana göre, devletin halkına belli bir
dini eğitimi dayatması hoş karşılanmaz.

İmam hatip liseleri dini eğitim veren kurumlar olduğu için devlet okulu
olmamalıdırlar.

Eğer olacaklarsa, benzer eğitimi ülkede yaşanan farklı dinlerde sunacak,
örneğin papaz, haham okulları da kurulmalı veya kurulmuş olanlar varsa bunlar
devlet okulu statüsüne kavuşturulmalıdır.

Devlet din eğitimi verebilir.

Bunun adına İlahiyat, yani teoloji denir. Teoloji fakültelerinde İslam,
İsevilik, Musevilik, Uzak Doğu Dinleri gibi kürsüler kurulur.

İslam ağırlıklı bir teoloji eğitimi alan akademisyen, insanlık tarihinin tek
tanrı öncesi varolan belgelerine islami bakış geliştirecek düzeyde eğitilir.

Bu şu demektir; iyi bir ilahiyat eğitimi sadece Arapça, İbranice, Süryanice
gibi dillerden birini veya birkaçını değil, ölü dillerden birini de iyi bilmeyi
gerektirir.

Daha güzel bir Türkiye daha özgür ve tarafsız bir eğitimle mümkündür.

Devlet erkanı tablet bilgisayarlarla insanların gözlerini boyayarak
iktidarlarının ömrünü uzatmaya çalışmak yerine, gerçekten samimi, idealist ve
vatanperver olmaya çalışmalıdır artık.

Ülkedeki eğitim sorununun tablet bigisayar eksikliği değil, zihniyet
bozukluğu olduğunu farketmek bu alanda atılacak ilk adımdır.

http://www.adilmedya.com/allahin-bizden-dindar-nesil-talebi-var-mi-h28971.haber

 

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir