Tevrat ‘önce kelam vardı’ der. Tarihi ‘yazı’ ile başlatanlar, yazının keşfinden öncesini tarih saymadıkları için Tevrat’ı duymazlar. Önce yazı değil, kelam vardı, yani yazı keşfedilmeden önce dilden dile aktarılan şifahi bir tarih vardı. Ozanlar, aşıklar, şairler vardı ve edebiyat tarihi gibi felsefe tarihi de ‘kelam’ ile başladı.
İnsan önce düşündü, sonra konuştu, daha sonra yazdı. Bugün Türk insanının en büyük gafleti düşünen ve konuşan atalarını yok saymasıdır.
Bizler, bizim topraklarımızda ‘tefekkür’ ile başlayan uygarlığın tarihinden bihaber, bu gafletimizden istifade ile kendisine bizim topraklarımızda bir tarih var eden Batı’ya öykünmeye devam ediyoruz.
Tarihin ilk düşünen, tarih yazan adamları ozanlardı. ‘Homer’ Batı’nın değil, Anadolu topraklarının çocuklarının, yani ozanlarının anlattıkları destanların, söylencelerin, mitosların bir derlemesidir. Bir takım işgüzar Batılıların iddia ettiği gibi tek kişi de değildir. Odysseia ve İlyada birçok ozanın dilinden aktarılan destanların bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur ve bizim mitolojimizi, efsanelerimizi anlatır. Bizim, yani Anadolu’nun…
Helen işgali sonrasında matriarkal toplumun doğasına uygun söylenceler patriarkal akla hizmet edecek şekilde tahrif edilerek Helenlere mal edilir. Homer de Helen ozanı yapılır.
Bu şu demektir: Anadolu ilk defa kültürel talana şahitlik eder.
Biz kompleklerimizi tedavi için bir övünme aracı dışında kullanmadığımız, kullanamadığımız Osmanlı tarihimizle oyalanırken, Batı “Truva savaşı”ndan sonraki karanlık döneme koca bir Helen tarihini monte ederek kendisine suni ama eski bir tarih yarattı. En eski uygarlıklar arasından birini seçip kendisini onun uzantısıymış gibi lanse etti.
Niçin?
Bir tarihi olmadığı için…
Bütün bunlar olup biterken, her zaman olduğu gibi herşeyi kenardan izlemedik ne yazık ki. Keşke izleseydik. Batı, tarihimizi sahiplenirken, biz de aklımız sıra Batı’yı sahipleniyorduk. Kendimizi Batı’ya adapte etmeye çalışıyorduk. İşte tam da bu nedenlerle, Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarına, adına ‘mustağrip’ denen ithal malı bir insan tipi mührünü basar. Hem suda hem karada yaşayan bu hilkat garibesi garpperest için dünya üzerinde tek mucize vardır: Yunan mucizesi. Geçmişini ve değerlerini inkar ve i’sar ederek kendisini Antik Yunan karşısında konumlandıran şıp türedi, sonradan görme aydın kafilesi için ‘Yunan’ Batı medeniyeti demekti. Yunan sevdalısı aydınların karşısına dikilen muhafazakar aydın da salt müdaafa psikolojisiyle hareket edebiliyor, eski tarihle göbek bağları çoktan koparılmış olduğu için antik uygarlıkları dışlayıp Osmanlı’yı refere ederek mesafe almaya çalışıyordu.
O mahirler ki derya içredir deryayı bilmezler!
Batı tarafından tamamen talanla, çarpıtmayla sonradan var edilen, özünde ise bize ait olan bir geçmiş yüzünden, bizim entelijansiyamız ikiye bölünüyordu. Her iki aydın türü için de ‘Antik Yunan’, üzerinde tartışılmasına bile gerek duyulmayacak kadar reel, hatta gerçeküstü bir uygarlıktı. Her iki aydın türüne göre de Yunan bize ait değildi. Yunan Batı’nındı ama buna rağmen her iki aydın türü de birbiri ile kıyasıya savaştaydı.
Peki bugün durum farklı mı?
Keşke bir değişim olabilseydi. Zerre miskal bir farkındalık oluşabilse idi, bugün profesör titreli pek muhterem ulemamız ‘bizim neden bir dünya görüşümüz yok?’ sorusuna cevap arıyormuş gibi yapmayacak, zira böyle bir soru kafamızı kurcalamıyor olacaktı. ‘Doğu duygusaldır, Batı rasyoneldir’ gibi dogmatik ve gerçekten uzak sığ yorumlar yapmayacak, tarihini ‘Cumhuriyet tarihi ve Osmanlı tarihi’ diye ikiye bölüp parçalamayacak, tarih ilmini ideolojisine kaynak yapabilmek için tahrife kalkışmayacaktı.
Bütün bunları neden anlatıyorum?
Neyi, niçin savunduğumuzu; neyi, niçin lanetlediğimizi bilmek için.
Son yıllarda izlenen Orta Doğu ve Balkanlara yönelik politikalarını “Muhteşem Yüzyıl” tartışmaları ile muhkemleştirip, Neo-Osmanlıcılığı halkın seviyesine indirgeyerek, nesilleri “yeni Osmanlı” fikrine ısındırmaya çalışan siyasetçilerimizin Osmanlı’yı hangi insiyaklarla diriltmeye çalıştıklarını sorgulamalıyız.
Muhafazakarlığın Neo-Osmanlıcılığa evrilerek akıllarımıza serpildiği bu geçiş döneminde neden kapitalizmin, faşizmin, dinsel sömürünün, ataerkil kafanın, tahakkümün güç kazandığını anlayabilmemiz için, Grek perestişkarlığı yapanlarla, günümüzün Osmanlı hayranları arasındaki tuhaf benzerliği ortaya sermeliyiz.
Anadolu’nun kadim yasalarını bilmeden Osmanlı’nın nasıl yükseldiğini ve neden yıkıldığını kavrayamaz, Helenizm’i kavramadan da Hıristiyan Batı’nın entelektüel yorumunu yapamayız. Bütün bunların adını koyduktan sonra ancak emperyalizm, kapitalizm ve ataerkinin ne olduğunu farkedecek: “Türkiye’de Rus gelinlerin sayısı artsın istiyorum” cümlesini sarfeden Dış İşleri Bakanı Davutoğlu’nun basit bir espri yapmadığını, Neo-Osmanlı vizyonunu dile getirdiğini bilecek; geçtiğimiz hafta içinde Yunus Emre’nin şiirini 10. sınıf ‘Türk Edebiyatı Ders Kitabı’nda sansürleyen şuurun da hangi geçmişten ilham aldığını farkedeceğiz.
Anadolu’dan başlarsak…
Anadolu ‘ilk’lerin yurdudur, ‘izm’lerin değil.
“Para” bu toprakların keşfidir ama Kapitalizmin doğum yeri Anadolu değildir.
Feminizm Anadolu’lu değildir, zira ihtiyaç yoktur. Kadın her zaman ve her alanda erkeği ile yanyanadır.
İlk tohum bu topraklarda filizlenmiştir ancak mülkiyetçi hırslarla emperyalizmi doğuran kafa bu topraklara ait değildir.
“Faşizm” de Anadolu-Mezopotamya topraklarında kurulan eski medeniyetlerin hiçbirinde neşv-ü nema bulamamıştır. Çünkü uygarlığın beşiği olan toprakların insanları Doğu ve Batı diye bir ayrım bilmezlerdi. Bu ayrımı ilk ‘Batı batılıdır, Doğu da doğuludur’ diyerek başlatan kişi, bir Batılı olan Papa Urban’dır. Haçlı savaşlarını tetiklemek için dinsel faşizm yetmiyordu. Etnik ırkçılık da şart olmuştu.
Helenizm’in üzerine dinini, onun üzerine de derme çatma medeniyetini inşaa eden Batılı zihin hep “güç” ile “uygarlık”ı eşitleme kavgası verir. Bu ihtirası öyle noktalara kadar uzar ki, evrim teorisini dahi saptırarak, Darwin’in “güçlü olan ayakta kalır” dediğini öne sürer.
Batı güce tapar.
İçimize soktuğu Truva atları ile çalıp çırptığı ve yamalı kumaşa çevirdiği Anadolu kültürüne “Helenizm” diyenler için “güç” yegane hedeftir ve Batı meşeili olmayan her varlık ona boyun eğmek zorundadır. “Anadolu” tarih boyunca Helen saldırılarına karşı mücadele vermiştir. Bugün hala böyle bir mücadelenin içindedir. Zaferlerle birlikte mağlubiyetler de yaşamıştır ama hiçbir zaman mayanın bozulmasına müsade etmemiştir.
Uygalığın beşiği olan bu coğrafyada hiçbir zaman bir auschwitz olmadı…
Tarihinin hiçbir döneminde şeytan çıkarmak için kadınlar yakılmadı…
Bu topraklarda hiçkimsenin aklına bir yasa kitabını , hele de bir anayasayı insan derisiyle kaplamak ( ilk Fransız Anayasası) gelmedi…
Diktatörleri de oldu belki ama hiçbiri kütüphaneleri yakacak, tarihi eserleri yağmalayacak kadar entrikacı ve barbar olmadı.
“Uygarlık” bütün insanlığı kucaklamak, herkesin istifade edebileceği bir kültüre zemin hazırlamak: bilim, sanat, felsefe üretmek demektir. Bunu yapmak “güç” gerektirse de, tek başına bir “güç” uygarlığı değil, barbarlığı doğurur. Kültürsüz gücün adı “barbarlık” tır.
İlk Yorumu Siz Yapın