Amerika, Kanada, İngiltere ve Almanya’da çok tanınan; pırıl pırıl bir sicille yıllardır mazlumların, mağdurların, mahrumların gülümseyen yüzü olan uluslararası yardım teşkilatı Islamic Relief için çalışma imkanı doğduğu zaman kendimi çok ayrıcalıklı hissetmiştim. Gayri ihtiyari kapıldığım bu “seçilmiş insan“ duygusunu, hayır teşkilatlarına ter akıtan yüce gönüllü diğergamlıların yüzlerinde rastladığım o soylu ışıltıya bağlamış, bu mağrur mutluluğun ‘onlardan biri olabilme’ umudundan neşet ettiğini sanmıştım…
Obama rüzgarının Türkiye’den eserek zihinlerdeki Gazze hatıralarının üzerine serdiği o kalın yorganı Filistin’den gelen hafif bir esinti havalandırabildiği zaman, gururla cilalanmış o küstah sevincin asıl nedenini çözdüm. Küçük Mona’nın Türkçe’ye çevrilmek üzere elektronik postama düşen hayat hikayesinden kaldırdığım sulu gözler, Sultanahmet camiinin duvarlarında dolaşan siyah bir çift göze değiyordu. Hiç ışık yoktu o gözlerde ve terennüm ettiği bütün cümleler aç bir devin mide gurultuları gibi çalınıyordu kulağıma… Çabuk tüketen ve doymak bilmeyen kurnaz bir dev…
Obama bembeyaz dişlerini göstererek, huzursuz bir çocuğa elma şekeri uzatır gibi, İslam alemine barış(!) elini uzatırken, Filistinli Mona’yı dinliyordum odamda. Zeytunlu Mona, daha dokuz yaşında. “Unutsun ve yeniden mutlu olsun” diye özellikle seçilmiş ve giydirilmiş, üzerinde kelebekler uçuşan cıvıl cıvıl pembe kıyafetleri acıyla örselenmiş küçük kalbini neşelendiremiyordu. Olmuyordu işte, Mona unutamıyordu. Annesini, babasını, yengesini ve altı aylık yeğenini alıp götüren o karanlık geceyi unutamıyordu. “Kardeşlerimle annemin yanına oturur, pasta yapışını izlerdik. Resim yapmayı çok severdim… Çiçek ve ağaç resimleri yapardım ama artık savaştan başka birşey düşünemiyorum“ diyordu Mona ve ailesini kaybettikten sonra yanına sığındığı abisine bırakıyordu sözü, istemeden. Söz bitiyordu zira ve kelimeler yerini gözyaşlarına terkediyordu. Abi anlatıyordu Zeytun katliamında evlerine isabet eden bombayı, havada uçuşan el ve ayakları, eşini ve bebeğini, annesini ve babasını nasıl kaybettiğini… Nasıl kaybettiğini duyularını ve sadece hayatta kalanları kurtarabilmek için çalıştırabildiğini bütün uzuvlarını… Abi Helmi, 15 yaşında. Ağır sorumlulukların ve yaşanan acıların devleştirdiği bu küçük bünye, hayatta kalmayı başaran sekiz kardeşe bakıyor. Helmi her sabah kalktığında o günü nasıl atlatacağını, kardeşlerinin karnını nasıl doyuracağını düşünüyor. Mona her sabah kalktığında saçlarını kimin tarayacağını, kimin onu sevip koklayacağını düşünüyor. Müslümanlar ise aynı sabahları, Obama rüzgarına kapılan umutlarını biteviye dalgalandırarak karşılıyorlar…
Esmer süperman islam aleminin hafızasını kabzedip kalplerini fethederken, toplam 14 bin ton silahla yüklü bir Amerikan ticaret gemisi Gazze şeridine 40 km uzaklıktaki İsrail limanı Aşod’da yükünü boşaltıyordu. Ve ben Mona’nın gözyaşlarına karışıyordum… İslamic Relief’in savaş travması geçiren çocuklara uyguladığı psikolojik terapilere katılan, katliam mağduru binlerce Gazzeli çocuktan birinin, Mona’nın volumu kısılan çığlıklarına eko olabilmek için uğraşıyordum…
Ama çok zor Mona’nın sesi olmak…
Obama’nın maziyi silip yeni bir tarih yazması için fısıldaması kafi iken, bizim bu minik yüreklerin ağrılı feryatlarına uzattığımız mikrofonlar çok yetersiz kalıyor.
Çok zor Mona’nın acısını anlatmak…
Çok zor çünkü Gazze’de tıpkı Afganistan gibi, Irak gibi, süpermanin küçük bir el hareketiyle geçmişe süpürüldü, hafızaların çöplüğünde çürümeye terkedildi. Nasıl, Guantanamolu esirin kırpılan bedeni unutulduysa karanlık hücrelerde… Afganlı Şerbet’in gözlerinde şahlanan nefret nasıl albümlerde sarardı ve solduysa, işte öyle…
Bütün dünya, sadece bir kaç ay önce cereyan eden kanlı şölenlerin zavallı kurbanları müslümanlar dahil, herkes unuttu; unutabildi Gazzeli bebekleri, yakılan yıkılan camileri, fosfor bombalarını, çalınan, çırpılan, yok edilen hayatları…
Ama Mona unutamadı. Bir de biz unutamadık…
Unutamadık çünkü, yardım teşkilatları için çalışanların hafızalarına ölü toprağı serilemiyor… Evet; bizim ayırıcı vasfımız “yardım ediyor olmak“ değil. Her çarpan yürek kendi çapında yardım faaliyetlerine katkı sağlayabilir, hayır işlerine ön ayak olabilir, mağdurlara kol kanat gerebilir ancak yardım kurumlarında aktif rol alanların, yani bu ulvi vazifeleri bir görev bilinciyle düzenli şekilde icra edenlerin durumu başka. Onların unutmalarına izin verilmiyor ve Obama’nın uzattığı sabıkalı eldeki kan izlerini yalnızca onlar görebiliyor. Onlar, katiller cezalandırılmadıkça ve Mona’nın kalbi yeniden kazanılmadıkça o kan izinin silinmeyeceğini de çok iyi biliyorlar…
Onların çok iyi bildikleri birşey daha var; “insanlık” yardım etmekde değil, güçlü hafızalarda gizli…
(Timeturk.com sitesinde yayınlanmıştır)
İlk Yorumu Siz Yapın