Çocukların ilginç savunma mekanizmaları vardır. Yaramazlığının farkında olan ve suçunu iyi bilen çocuğun azarlanırken sarfettiği cümleler çok manidardır. Arkadaşını veya arkadaşlarını işaret ederek, „Falanca ve filanca da, şunu ve bunu yaptılar… Niye hep ben suçlanıyorum ki?“ der. Yediği herzeyi başkalarıyla paylaşdığını deklare ettiği takdirde öfkeli ebeveynin yumuşayacağını hatta cezasının hafifleyeceğini vehmeder. Bu savunma stratejisine bir hayli aşina olan ebeveynler genellikle „siz“ edadını kullanarak çocuklarına yaklaşırlar; „ikinize de söylüyorum“ veya „bak sana da, sana da söylüyorum“, „hepinize bu sözüm“ şeklinde başlayan ve devam eden uyarı metinlerini kullanmayan anne baba yok gibidir.
Yaş ilerledikçe grup psikolojisi, yani bir kümeye dahil olma ihtiyacı, aidiyet duygusu, bireyin hayat denen bu yolda karşılaşdığı hadiselerle tahrip olan ruh alemini imar eden çok mühim mekanizmalardan biri haline gelir. Artık durum kronikleşmiştir. Çocukken bilinç altına zerkedilen bu toplumsal virüs insan karakterinde öyle müzmin hastalıklara yol açar ki; insanoğlunu şu koca kainatta yek diğerinin acısıyla teselli bulabilen yegane yaratık haline getirir.
Heybetli dağlarının ücralarında, evlatlarının sonbahar yaprakları misali sapır sapır şehadet serbetini içerek yerlere serildiği; trafik kazalarının, tecavüzlerin, cinayetlerin ve daha daha nelerin vaka-ı adiyeden sayıldığı topraklarda hemen her acının yakışıklı bir tesellisi vardır. Evet benim yurdumda hep, „beterin daha beteri vardır“ ve düştüğü berbat durumla, çekdiği ızdırapla, katlanmak zorunda kaldığı acılarla şükrümüzün ve umudumuzun artmasına vesile olacak bir başkası hep vardır. Eğer böyle biri yoksa da, bulup buluşturulur, uydurulur, icad edilir ve şuur altına sevkedilir…
Hüseyin Üzmez vakıası bu miadı dolması gereken kitle psikolojimizin aslında nasıl da yekpare işlediğini yeniden ortaya serdi. Vakit gazetesi muzip çocuk edasıyla şunun bunun işlediği cürümlere göndermelerde bulunarak kabahatini kamufle etmeye devam etti. Emine Şenlikoğlu ablamız da son yaşanan olaylar akabinde Timeturk’e yaptığı açıklamada klasik Türk ebeveyni uslubunu kullanarak gereken cevabı geciktirmeden verdi, sağolsun. Dolayısı ile, Vakit gazetesinin etkin ve yetkin isimlerini rahatlatacak cümleleri tekrarlamaya gerek yok diye düşünüyoruz. Kaldı ki bu uslubu da zaten pek benimsemiyoruz…
Tuzu kapıp ekranlara, televizyon programlarına koşanlar, gazete sutunlarını zangır zangır titretenler ne derece samimidirler, asıl amaçları nedir, bütün bunlar önemsiz ayrıntılar… Vakit gazetesini karşımıza alıp halihazırda söylenmiş abidik gübidik nağmeleri tekrarlamak da vakit kaybı olacak. Hattızatında olay ilk patlak verdiğinde vazifemizi icra etmiş ve gereken uyarıları yapmıştık.
Hamdolsun ki cemiyetimizde hala duyabilen kulaklar, görebilen gözler, yani ahdına sadık yürekler var. Bu yürekler o kadar hassas, o kadar duyarlılar ki, sadece hissetmekle yetinmiyorlar. Duyması gereken lakin duyamayanlara da duyurmayı, bildirmeyi, hissettirmeyi bir vazife telakki ediyorlar.
Mehmet Fatih Yıldırım bey amcamız bu yüreği taşıyan nadir bünyelerden bir Zat-ı muhterem. Çıkardığı derginin adı ile, „Ahde Vefa“ ile müsemma, ahdını unutmayan kuvvetli ve kudretli bir hafıza. Ahdına sadık kalmayı başarabilmiş bazı yüksek kalemşörlerle birlikte, ahdına sadık bulduğu bazı yeni beyinleri sanal okyanusun enginlerinden; dergilerin, gazetelerin ötesinden berisinden toparlayarak dergisinde cemediyor.
İşte, Hüseyin Üzmez’le alakalı yazım da Mehmet Fatih bey amcamızın büyütecine takılıp Ahde Vefa dergisinin sepetine atılıyor. Mehmet amca yazıyı yayınlamakla iktifa etmiyor. Bir parçası olduğunu düşündüğü bu camianın hemen her üyesini, müessesini, teşkilatını ve medyasını, çıkardığı derginin yaprakları kadar ak pak, kendi ruh alemi kadar saf ve berrak sanan Mehmet amca, mezkur yazıyı koltuğunun altına sıkıştırıp Vakit gazetesinin yolunu tutuyor. Eşikten adımını atar atmaz karşılaştığı herkese; kapıcısından çaycısına, muhasebecisinden muhabirine, derken yazarlarına ve genel yayın yönetmenine varana kadar, hepsine teker teker irad ediyor. Nasıl bir mukabeleye tabi tutulduğunu ve niçin buna layık görüldüğünü anlatmak, izah etmek çok zor ama deneyeceğim…
Önce bir güzel azarlıyorlar, sonra da dergisine verilen reklam gelirini kestiklerini tebliğ ederek kapıyı gösteriyorlar. Derin bir hayal kırıklığı, acı bir travmayla sarsılan Mehmet amca, kalbinin amakına işleyen bu hançer darbesiyle birlikte, istikbale dair ümitlerinin bir kısmını daha yitirmiş bir şekilde ayrılıyor eski mahfilinden. Her ne kadar bu acı neticenin gayri ihtiyari müsebbibi olsam da, üzülürüm düşüncesiyle bildirmiyor bana durumu. Bir başka müşterek dostumuzdan, Peren Birsaygılı arkadaşımdan öğreniyorum vaziyeti.
Yırtık insanlar için ahlaksızlık bir kuvvet kaynağıdır. O korkunç kuvveti kaybettikleri takdirde eriyip tükeneceklerini düşünürler ve her vesile ile yeni bir rezilliğe imza atarak ayakta kalmaya gayret ederler. Farkında olmadan ya da son derece bilinçli bir suretle bu insanlara kol kanat gerenler, ilahi imtihanı kaybettikleri için ilahi rahmetten de uzaklaştırılırlar ve zamanla çamurlu bir buz tabakasıyla örtülen tiynetlerine hiçbirşey nüfuz etmez olur. Ne samimi bir uyarı, ne bir dost mesajı ne de sıcak bir ilgi… Bütün bunların farkındayız ama ümitvarız, ümitvar olmak zorundayız..
Son bir defa, karşımızdaki buz tabakasını eritecek bir içtenlik ve hararetle fısıldamaya çalışıyoruz;
Daha beterini düşünmek, daha günahkar olanı, daha rezil olanı düşünmek, düşündürtmek, görmek ve göstermek teselli değildir, ilkeli bir savunma usulü değildir, çare değildir. Daha kötü durumda olana sadece acınır, kurtulması için dua edilir. Onun durumundan istifade edilmez. Biz daha beterini düşünmek ve onunla teselli bulmak için yaratılmadık. Biz daha beterini daha iyi duruma getirmek için yaratıldık. Biz müslümanız… Daha beteri bizim imtihanımızdır, teselli kaynağımız değildir.
Yeni Şafak’ın dahi safağını attırdınız… VAKİT, başınızı ellerinizin arasına alıp uzun uzun muhasebelere dalmanın vaktidir.
(Timeturk.com sitesinde yayınlanmıştır)
İlk Yorumu Siz Yapın