"Enter"a basıp içeriğe geçin

Kuğunun son şarkısını duyabiliyor musunuz?

“Belgeselsiz bir ülke fotoğraf albümü olmayan aileye benzer. Fotoğraf  albümleri ise daha çok yaşlı insanları cezbeder” (Patricio Guzman)

 

Şilili film yapımcısı Patricio Guzman’a ait bu söz belgesel programların Türkiye’de olduğu kadar, diğer dünya ülkelerinde de orta yaş üzeri kuşağa hitap ettiklerinin bir belgesi sayılabilir ancak hiçbir dünya ülkesinde bir televizyon kanalına belgesel yayınlama cezası verilmez, verilmemiştir. Yoğun emeklerin semeresi olan programlara işkence aleti muamelesi yapma belahatini bütün dünyada yalnızca bir Türk kuruluşu gösterebilmiştir: rtük… Birer ufunet yuvasına dönüşen kanalları arasıra tokatlamak, silkelemek ve kendine getirmek niyetiyle kurulmuş olan bu kurum dahi belgeselleri ‘kahrolası yapımlar’ olarak görmektedir. Türk belgesel yapımcılarının ürünlerine göz yaşları içinde bakıp bakıp; seni doğuracağıma taş doğursaydım deyu kahırlandıklarını görür gibiyim. Ne kadar hazin bir manzara! Ancak inkarı zor bir hakikat var ki, Türk belgesel yapımcıları bu muameleye müstehaktırlar.

Eğer bir belgesel, geyikleri kovalayan aslanlar ve kozasını yırtan kelebek manzaralarından müteşekkil değilse, izleyici sayısı bir elin parmaklarını zor geçer. Yerli belgesellerimize gelince; İdeolojik, sosyolojik veya biyografik bir belgesel eğer Can Dündar tarafından seslendirilmiyorsa, siyah beyaz karelerde uzun saçlı, gür bıyıklı, ispanyol paça pantolonlu adamlar taşlı sopalı birbirlerine girişmiyorlarsa, tadı tuzu yoktur o belgeselin, eksiktir, rezildir, sahici değildir. Belgesel dediğin kan ve barut kokmalıdır… “Biz neler gördük geçirdik” ana temasıyla, “Türkiye’nin kan gölüne döndüğü yıllardı” ya da “sokak çatışmalarının türkiye’yi esir aldığı günlerdi” tonlamasında girizgâhlarla ve ritmik bir müzik eşliğinde izleyicinin muhayyilesi derdest edilmiyorsa sahtedir o belgesel… Türk yapımı her belgeselin olmazsa olmaz kurallarıdır bunlar. Yerli belgesellerimizin hemen hepsinde polis panzeri adrenali  yüksek bir guruhun üzerine tam gaz sürülürken, araya bol miktarda yaşı ilerlemiş tonton amcalar ve teyzelerle yapılmış söyleşiler serpiştirilir. Konuklarıyla aşağı yukarı aynı kuşaktan oldukları için empati kurmakta ve dillerini anlamakta zorlanmayan yaşı geçkin seyirci kitlesi için belgesel izlemek işte bu yüzden büyük bir keyiftir. Ve iste bu yüzden yıllardır “belgesel = konuşan amcalar ve teyzeler” kuramı hiç değişmez. Yine, belki de bu yüzden belgeseller rtük için bir ceza niteliğini haizdir. Gençlerin yer almadığı ve doğal olarak gençlerin izlemeyeceği bir program, onu yayınlayacak kanal için hatırı sayılır bir miktarda izleyici grubunu gözden çıkarmak demektir. “Belgesel” yapımcı için de, yayıncı için de kayıptır, ziyandır, yazıkdır, yazık…

Bir süredir adından bahsedilen ve merakla beklediğimiz Cemil Meriç’le ilgili görsel şölen dün gece TRT2 ekranlarından istifadelerimize havale edildiğinde, yukarıda saydığım genel geçer kuralların en azından bir kısmının ihmal edilmiş olması ümidiyle oturmuştum ekran karşısına. Umduğumu değil, ama beklediğimi bulmuş olmanın burukluğunu yaşadım. Türkiye’nin ruhunun beyaz cama Cemil Meriç kalitesinde yansıtılacağı düşüncesi dahi heyacan vericiydi. Cemil Meriç iştiyakıyla; onu görecek, dinleyecek olma ihtimalinin tarifi muhal mutluluğuyla ekrana yapışan okurları için bu büyük buluşma sadece birkaç saniye sürdü. Evet, Cemil Meriç hakkında hazırlanan ve dev bir belgesel olduğu iddia edilen bu bol effektli, bombalı tüfekli, ceset ve felaket manzaralı belgeselde Cemil Meriç’i sadece birkaç saniye görebildik.

Bütün yurdum belgesellerinde olduğu gibi savaş ve göç sahneleriyle, kavga ve dövüş resimleri arasına dercedilen enteresan Cemil Meriç enstantaneleri, aslına yakın canlandırmalarla süslenmiş gerçek hayattan portreler, O’ nu hiç tanımayan insanlara ne kadar yakınlaştırdı bilemiyorum ama Meriç’i az çok tanıyanlar için “Türkiye’nin ruhu: Cemil Meriç” belgeseli büyük bir hayalkırıklığı olmuştur. Cemil Meriç’i tanıtmayı aşıp, onu anlatan, hacmine uygun derinliğe sahip bir program beklentisi yüzünden yaşanmış olabilir bu hayalkırıklığı. Onunla alakasını kuramadığımız bir takım cins isimlere ve kimliklere mukabil; adını kalemine kazımış Alev Alatlı gibi, hakkında bir kitap kaleme almış Mustafa Armağan gibi; talebeliğini yapmış, kendisiyle hemhal olmuş Mehmet Akif Ak gibi isimlerin teşrifine muntazır kalmanın, lakin buluşamamanın doğurduğu bir soru işareti de olabilir bu kırıklığın nedeni. Sukut-u hayal bunların hepsinden olabileceği gibi, belgeselin bizzat içeriğinden de neşet ediyor olabilir…

Şöyle ki:

Arka plana yerleştirilmiş dev ekranlarda hareket eden çizgi resimlerin önünde, -sahneyi karanlık göstermek niyetiyle sanırım- etrafa serilmiş siyah çarşafların üstünde, bir sandalyeye oturmuş kendi kendine konuşan bir adam karşılıyor sizi. Ara sıra bacaklarını titreterek görüntüsüne medyatik bir karizma katmaya çalışan bu silüet dizilerden tanıdığımız bir sima… Birşeyler terennüm ettiğini biliyor ve dikkatle dinlemeye, anlamaya çalışıyorsunuz ancak öyle şeyler anlatıyor ki, anlattıklarını Cemil Meriç’le ilişkilendirmek için sarfettiğiniz eforla Üstadın “Kırk Ambar” serisini iki kere hatmedebileceğinizi farkediyor ve gayri ihtiyari sinirleniyorsunuz. Bu acayip sahne belgesel boyunca peyderbey tekrarlanıyor. Birinde bir Pers imparatorunun başından geçenleri anlatıyor hazret, diğerinde bir Çin İmparatoru hikayenin kahramanı oluyor, öbüründe ise bir kızılderilinin torunlarını nasıl siygaya çektiğini dinliyor, dinledikçe şekilden şekile giriyor ve artık, “inanmıyorum” diyorsunuz. Kelimenin sonundaki m’yi uzatarak, yanı mim’leyerek… “İnanmıyorummmmm, Cemil Meriç belgeselinde kızılderili efsaneleri mi anlatılıyor?”… Gözleriniz fal taşı… Hayretinize ve sorunuza cevap olabilecek ne bir işaret var ne de bir himmet.

Meçhul bir dünyaya ayak basmışsınızdır sanki. Aklı başında insanlarla birlikte baş aşağı yürüyen deliler de vardır. Palyaço libasları içinde beyefendilerle veya manyaklarla karşılaşmak an meselesidir. Kıvranırlar, zıplarlar, çığlık atarlar. Kulaklarınızı kapatıp kaçmak isterken, karanlık, izbe bir yerde, taş merdivenlerde buluyorsunuz kendinizi. Ortaçağdan kalma bir manastırın veya katedralin dehlizlerine inen koridorlardasınız. Bir labirent gibi uzadıkça uzayan bu taş koridorların, taş merdivenlerinden, CIA ajanlarını veya güvenlik korumalarını anımsatan siyah kıyafetler içinde, siyah gözlüklü esrarengiz bir adam, elinde siyah bir sandıkla yürümektedir. Adam merdivenlerden iniyor, siyah gölgesi kah yüzünüzü yalıyor, kah duvarlara düşüyor ve adam sürekli merdivenlerden iniyor. İniyor, iniyor, iniyor, adam derinlere doğru iniyor, yani yerin dibine iniyor. O iniyor siz de onu takip ediyorsunuz. Tam “yerin dibine gir emi! Beni hafakanlar bastı!” diye isyan çığlığını koparacakken adam son kapıyı açıyor. Tavanı odunlarla desteklenmiş köhne bir mekandasınız. Kamera önce bu odunlardan birine asılmış kravatı ve ceketi gösteriyor, sonra bir örümcek ağını zoomluyor, sonra kalkıp inen bir keser geliyor görüntüye, sonra güm güm sesleri arasında öyle birşeyi zoomluyor ki, o an kopuyor ve adeta kendinizden geçiyorsunuz. Kamera binanın tavanını gösteriyor. Tavandaki delikden gökyüzü görünüyor. Hatta bir miktar ışık hüzmesinin içeriye nasıl nüfuz ettiğini farkediyor, daha fazla kendinizi tutamayıp gürültülü bir kahkaha effektiyle bu gümbür gümbür film karesine renk ve ahenk katıyorsunuz. Evet delilerle bir arada olduğunuza artık eminsinizdir ve bu dünyada yerin dibine inerken gökyüzüne yelken açıp kanatlanabilirsiniz. Bütün fizik kuralları Cemil Meriç’le beraber attaya gitmiştir…

Merdivenlerden ine ine yükseldiğiniz bu mekanda yaşayacağınız tek mucize bu değildir. Bu eğlenceli sahneyi izlerken, Üstad Meriç’in kitaplarına nasıl el konulduğunu, nasıl tevkif edildiğini dinliyorsunuz bir tarafdan. Arka planda anlatılan hadiseye binaen adamın elindeki sandıkda el konulan kitapların bulunduğunu düşünüyorsunuz. Ne gaflet! Adam sandığı yerleştirdikten sonra, şu rezil yarışma programı “var mısın yok musun” daki zevzek yarışmacılara matuf o tribal enfeksiyonu anımsatan bir titremeyle sandığın mührünü kırıyor. Mühür açılırken saçılan tutkal parçalarını, kırıntıları bir güzel sıvazlıyor. Derken kapak açılıyor, içinden -her nedense bir İspanyol matadoruna ait olduğunu düşündüğüm- kırmızı bir şalla kundaklanmış ağaçlar çıkıyor meydana… Evet ağac…. Bildiğimiz ağaç. “Bu kadar tantana bu ağaç için miydi?” demeyin. Verilmeye çalışılan mesaj çok anlamlı gerçekten. Kameranın biraz önce tepemize tepemize indirdiği o keserle bu fidancıkların kökleri eziliyormus. Cemil Meriç’i de işte böyle ezdiler demek istiyor engin zekalı belgesel yapımcısı arkadaşlarımız.

Eh ne diyelim, çok aydınlandık.

Belgesel, Meriç’in son eseri olan Kültürden İrfana kitabından bahsedilerek nihayete erdiriliyor. Kitabın anlatıldığı bölüme yakıştırılan serlevha çok şık: Kuğunun son şarkısı. Peki ya “Kuğunun son şarkısı” na ne oldu? Niçin yankılanmıyor yeni nesillerin şuurlarında? Belgeselde bunun cevabı yoktu. Olması gereken ama olmayan birçok önemli detay gibi…

Cemil Meriç, ışığı bize yetişmeyen gezegen. Gün geçtikçe daha çok uzaklaşıyorsun evrenimizden. Seni sana uzak bir dile, sana uzak bir usluba, sana uzak bir algıya teşmil ettiler. Seni kızılderili efsanelerinin gölgesinden takip etmeye mecbur bırakıldığımız için üzgünüm. Sen bu izahatların, bu ifşaatların çok uzağındasın biliyorum. Senin bize ne denli uzak olduğunu, uzak bırakıldığını biliyorsam, bunu da o kadar iyi biliyorum.

 

Not: Bu yazıyı yazarken Gazze’den yükselen çığlıklar doldu odama ve ekran kana boyandı. Yazıyı bitirmek üzere olduğum için devam etmek ve noktalamak zorunda kaldım. Aklımı ve kalbimi Gazze’ye postaladığım için yazıyı gözden geçirip, tashih edemedim. Gazze konusundaki sukunetimiz acımızın en vurgulu ifadesidir. Bu acıyı, bu utancı, bu ızdırabı kelimelere dökmek mümkün değildir.

 

(Timeturk.com sitesinde yayınlanmıştır)

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir