Masmavi bir deniz olmaya gelmiştik pencerelerinize. Dayayıp bir elinizi pervazına, geniş ufkumuza dalıp gidişinizi izlemiştik. Bir avuç mavi ve sonsuz bir derinlikti bizimkisi, boğulma tehlikesi geçirdiniz. Sizi kıyıya taşıyan eller de bize aitti. Açınca gözlerinizi, gözlerimizle çarpıştınız ve tuhaf bir çığlık attınız; „yorulduk!“…
Ne çok yorduk sizi, ne çok izlediniz bizi, ne uzun bir dalgınlık nöbetiydi değil mi?
Ah, bize akan bütün nehirleri durdurdunuz! Çok çocukça bir intikamdi sizinkisi, sularımızı kuruttunuz. Kurutunca sularımızı, yaşlı bakışlarımızı, damarlarımızdaki kanı, yeniden evin reisi olacağınızı sandınız. Biz sizin yeni düşmanınızdık. Biz sizin çamura düşen vesikalığınızdık, biz sizin ağrıyan başınızdık. Namus belasıydık biz, incinen gururunuz ve yıkılan imparatorluğunuzduk. İğrendiniz bizden ve bize ait olan herşeyden. İğrendiniz, hiç belli etmeden.
Ah beyaz müslüman, ah yorgun adam! Oysa ben, senin bir zamanlar sedirli odanın duvarlarını süsleyen,minik ellerini duaya kaldırmış küçük başörtülü kızım sadece. Senin sessizliğin sesime güç kattı sadece. Kalbimi sıkarak konuşmayı öğrendim. Bu yüzden kulaklarını tırmalar oldu kelimelerim. Sen değiştiğin için değiştim Polatım, Alemdarım. Sen güneşe yatırdın bedenini ama bronzlaşan hep bendim. Şimdi kırbacını avuçlarının arasında şaklatıp, “yorulduk” diyorsun. Yıllardır, boğaza nazır müslüman konakların beş yıldızlı mescitlerinden başka denizleri seyrediyorsun. Sarı buklelerini kenara ittirip yanaklarını okşadığın sekreterinden bir bardak su istiyorsun. Ve hiç kanmıyorsun, kanamıyorsun.
„Bir lokma, bir hırka“ felsefesini zihninden benimle birlikte kovduğun günden beri „susuz ve yorgunsun“ beyaz müslüman. Kendine daha zayıf düşmanlar arıyorsun. Beni buluyorsun. Çünkü ben yaralıyım, cünkü ben mağdurum ve ben; bütün hoddamlığına, bütün güçlü egona, bütün çarpık algına, bütün sadist bilinçaltına rağmen hala yanında durmayı bir erdem sanacak kadar temiz bir mahlukum ve kendimi zorla sana mahkum ederek kaybettiğin zaferlerin tesellisi olabileceğimi düşünüyorum.
Ama yavaş yavaş uzaklaşıyorum çekim alanından. Uzaklaşıyorum cünkü; ne zaman „riyakarlık nedir?“ diye sorsam, steril avuçlar içinde sana ait kirli bir yürek uzatılıyor önüme. Ne zaman „hazımsızlık nedir?“ diye merak etsem, senin dibi görünmeyen, karanlık gırtlağına yuvarlanıyorum. Ne zaman sırtımdaki kırbaç izlerinin müsebbibini öğrenmek istesem, beyaz ekranları işgal eden esmer alnınla yüzleşiyorum. Ne zaman „pişkinlik nedir acaba?“ diye düşünsem; kot pantolonumdan, pastel makyajımdan, renkli bonelerimden ve belime oturan gömleklerimden ne çok nefret ettiğini anlattığın gazete sayfalarıyla karşılaşıyorum. Tesettür markalarından devşirdiğin para destelerini okşarken, benim kimliğimi ve bana ait tercihleri çürük ağzına dolayıp yıpranan itibarını yeniden imar etmeye çalıştığını görüyorum. İzliyor ve merak ediyorum, daha ne kadar çirkinleşebileceğini…
Kurutmaya çalıştığın denizlerim senin tasavvur edebileceğinden daha geniş beyaz müslüman ve senin aklının kemerlerini koparacak kadar derin. Bu genişlik ve derinlik arasına yuva yapan diyalektik, bu modernist ve islamist algı, bu doğa dışı çarpışma, bu en dar damarlarımızdan beslenip hayata doğru oluk oluk akan isyankar kan, hepsi, hepsi, hepsi, sana ve karşında duran pudralı cenaha duyulan öfkeyi özetler. İkna odalarından, içinde doğduğu cemiyetin primitifliğine, beş para etmezliğine, nobranlığına ikna olmuş bir beyinle ayrılan peruklu kafaların yaslanıp hıçkıra hıçkıra ağlayacağı bir omuz bile olamadın sen. Sen ikna odalarını gazete sayfalarından tanırsın ve sadece bana hükmetmeye ikna edilmiş bir beyin taşırsın, o hiç gözyaşlarıyla ıslanmamış omuzlarının üzerinde.
Aklıma yatmayan hiçbirşeyi kabul etmediğim için, alıştığın dille karşılık vermediğim için, „neden“ diye sorduğum için, sana hayır diyebilme cesaretine kavuştuğum için taşa tutuyorsun bana ait olan herşeyi. İtaatten bahsediyor ve hemcinslerini cidale davet ediyorsun. Davet ettiğin er(!) meydanında çarpışmalar bittikten sonra boy gösteriyor ve kılıcını kan revan içindeki başörtülü bacılarına doğru sallayarak yiğitlik taşlıyorsun. Sana itaat etmiyor artık bu sıkma başlar diye göğsünü yumruklayarak aklına gelen bütün ilahi metinleri tekrarlıyorsun. Eski günlerin hayalleriyle diriltmeye çalıştığın kanunlardan, uydurduğun kurallardan, yasalardan, yasaklardan hiç sorumlu değiliz tesbihli monşerim. Yangın anında camı kırılacak yangın düğmesi misali yanında taşıdığın „kol kırılır yen içinde kalır“ lakırdılarına da aldanmıyoruz artık. Sana itaat etmekle bizi yükümlü kılan cümle kutsal buyruklardan da fena halde muafız.
Sen en fırlama adamlara, manken kızlara, boyalı saçlara ve uzun tırnaklara stüdyolarını tahsis ederken; sen müslüman olmuş alman gelinlerin hikayeleriyle mest olup kendinden geçerken; sen gazetelerinin bütün köşelerini boyalı basının ağalarına beylerine ya da sarışın güzellerine peşkeş çekerken dönüp bize bakmadın. Dolan gözlerimize, eğilen başlarımıza, yıkılan hayallerimize aldırmadın. Bütün bu cinayetleri işlerken eline bulaşan kanı başörtülerimize sürüp parti merkezine, holdingine, makam koltuğuna, mercedesine, imam nikahlı ikinci, üçüncü, dördüncü sevgiline gittin. Ve giderken bir dakika durup kalbinin yerinde olup olmadığını yoklamayı akıl etmedin.
Sen kendi cerbezenden yorgun düştün beyaz müslüman. Sen bizi, yani kendini sevemedin, sevemiyorsun. Sen yorgunsun, bense çok yoğunum.
Şimdi vermeyi unutan, hep almaya endekslenmiş ellerini üzerimden çek ve çekil yolumdan!
Tamamlanacak çok işim, tahsil etmem gereken çok ilim, yapmam gereken bir kariyerim ve barikatlarını kaldırmam gereken nehirlerim var, biliyorsun.
İlk Yorumu Siz Yapın