Muhammed Sven Kalisch
çev. :Emine Karahocagil Arslaner
İslam Hukuku
İslam’ın “kanun dini” olması müslümanlar tarafından bir hakaret olarak algılanmaz. “Kanun” müslüman için irşad anlamını taşır. Hukukun bütün alanlarını (Medeni Hukuk, Amme Hukuku, Ceza Hukuku gibi…) kapsayan bir İslam Hukuku vardır. Bundan dolayı bazı gelenekçi müslümanlar din ve devlet işlerinin birleştirilmesini savunarak bir İslam devleti talebinde bulunurlar. İslam Hukuku medyada “Şeriat” olarak anılır ki, müslümanlar da bu kavramı zaten “İslam Hukuku” bağlamında, sıkça kullanırlar.
Geleneksel İslam Hukuku tarihte büyük ilerlemeler kaydetmişti. Modern hukuk sistemiyle uzlaşabilecek yorumlara sahipti lakin buna mukabil modern hukuk düşüncesine ters gelecek normları da içinde barındırıyordu. Bizim tanıdığımız formlarda; Demokrasi, insan hakları, çogulculuk, hukuk devleti gibi kavramlar aydınlanmanın sonuçlarıdırlar. Ne Musevilik, ne Hıristiyanlık ne de İslam, bu mefhumları bugün tanınan şekilleriyle ihdas edememişlerdir. Aydınlanmacı zihniyet bu kavramları, herşeyden önce dinlerin mukavemetine (gösterdiği dirence) karşı uydurmuştur. Hıristiyan, Musevi ve Müslümanların adı geçen konseptlerle dinlerini uzlaştırmak için gayret sarfetmeleri, bu uğurda kutsal kitaplarından ve geleneklerinden deliller istidlal etmeye çalışmaları, yaşanan bir gerçektir. Bu satırların yazarı da bunun mümkün olduğunu düşünmektedir.
İncil ve Kur’an metinlerinin ilgili mefhumlarla barışık bir şekilde yorumlanabilmeleri mümkündür. Ancak; İncil’in de, Kur’an’ın da, -bu kavramlar direk olarak zikredilmeden- yorumlanmaları gerekmektedir. Şunu açıkça belirtmek gerekir ki; İncil’de ve Kur’an’da, yukarıda adı gecen konseptleri reddeden ve mantık çerçevesinde değerlendirildiği takdirde, asla modern etikle yanyana getirilmeleri mümkün olmayan beyanlar vardır. Museviler ve Hıristiyanlar aydınlanmayla karşı karşıya geldiler ve defalarca geleneksel din algılarını aydınlanmanın ışığı altında yeniden yorumladılar. Müslümanlar da bunu yaptılar, hem de çok erken tarihlerde… Örneğin Atatürk, Adliye Vekili Seyyid Beyin mecliste yaptığı, İslam’ın Cumhuriyet ve Demokrasi ile uygunluğunu gösteren derin konuşması sayesinde, muhalif vekilleri hilafetin kaldırılması konusunda ikna edebilmişti.
Avrupa’ya aydınlanmacı düşünce hakimdir ve “din” seküler devlete uyum sağlamak zorundadır. Birçok Yahudi ve Hıristiyan teolog, Aydınlanmacı düşünceyi kabul etmiş ve dinlerini bu düşünce biçimiyle harmanlamaya çalışmışlardır. Ancak, burada iki nokta gözden kaçırılmamalıdır. Bu teologlardan bir kısmı, kendi çalıştırmadıkları ve harekete geçirmedikleri bir lokomotife atlamaktan başka birşey yapmamışlardır. Diğer noktaya gelince, Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta aydınlanmacılığa aslında karşı duran ancak dışardan gelen baskılar yüzünden kabullenen ve hatta her fırsatta açıkça itiraz eden akımlar halen vardır. Bu kesimlerde gerici islamcı güçlerin Avrupa’daki varlıkları – kendi pozisyonlarının güçlenmesine katkı sağladıkları için- memnuniyetle karşılanır ve birçok yobaz müslüman bu oyunda rol alır. Bu fiiliyatlarda maneviyatla alakası olan herşey perçinlenir. Hıristiyan taraf “ev sahibi” olma avantajını ustaca kullanır. Bir taraftan müslümanlarla birlikte aydınlanma düşüncesine karşı yürütülen projelerde aktif olarak yer alırken, aydınlanmacı düşünceyi daha benimsemiş, bu konuda İslamiyet’i geride bırakmış bir din (Hıristiyanlık) görüntüsünü kamuya yansıtacak bütün fırsatları itinayla değerlendirirler. Bu alanda tutucu müslümanlar tutucu hıristiyanlara çok yardımcı olurlar ve Avrupalılar’ın bir kısmı ortadaki dalavereyi idrak edemeyecek kadar dar kafalı oldukları için, diğer bir kısmı ise bazı hıristiyanların göründükleri kadar sekülarist ve aydınlanmacı olamadıklarını idrak edebilecek kadar dini meselelerle haşir neşir olmadıkları için, sonuç hep müslümanların aleyhine gelişir ve imajlarını zedeler. Son tahlilde; medyanın elinden, dilinden düşürmediği “Hıristiyanlık+ Yahudilik=Aydınlanmacılık” formülü son derece bayağı ve alabildiğine yanlış bir formüldür. Bugün Avrupa, topraklarındaki düşünce ve vicdan özgürlüğünü Giardano Bruno, Voltaire veya Immanuel Kant’a borçludur, Vatikan’a ya da Martin Luther’e değil.
Bir taraftan birbirine bağlı lakin esas itibariyle birbirine rakip durumda olan bu değişik dinlere mensup tutucu ve gerici güçlerin oluşturduğu enteresan kombinasyonların nasıl bir gelişim seyri göstereceklerini izlemek çok heyecan verici olacak. Her halükarda müslümanlar dahi, gayet pratik nedenlerden dolayı hukuk devletini destekleyeceklerdir zira hukuk devleti azınlık pozisyonunda olanlar için bir güvenlik ve korunma teminatıdır. Sadece bu nedenden dolayı, İslam’dan ve Avrupa’da yasayan müslümanlardan korkmak bugün için gayet yersizdir. Anayasa’ya duydukları sadakat Anayasa’da yer alan değerlerin doğruluğuna kanaat getirdikleri için değil de, mevcut şartlara binaen menfaatleri icabı yaptıkları pragmatik bir tasdikten öteye gitmeyen en tutucu müslümanlar, vatandaşlık haklarının en yılmaz savunucularıdırlar.
Bütün bunlara mukabil; muhafazakar, tutucu ve aşırı gerici güçlerin yanısıra, müslümanların arasında mutedil bir kesim de vardır. Eskiden musevilerin ve hıristiyanların yaptıkları gibi, kendi dinlerini aydınlanmacı düşünceyle harmanlamaya çalışan bu kesime, hergün yeni bir müslüman entelektüel katılmaktadır. İslami hukuk bu adımların atılması için kafi miktarda malzemeye sahiptir ve bu adımlar –haddizatında- Avrupa dışından birçok müslüman teolog tarafından çok eskiden atılmışlardır. İslam hukukunda, hukuksal sorunlara esasen rasyonel bir bakış açısıyla yaklaşılmasını sağlayan geniş bir yelpaze vardır. Avrupa’daki şartlar bu ilerleme prosedürü için çok daha müsaittir ve müslümanlar üzerindeki ağır kamusal baskı bu süreci hızlandırmıştır. Hıristiyanlık ve Musevilik’teki; İnsan hakları, demokrasi, çoğulculuk ve hukuk devletiyle uyum sağlayan sisteme esasen İslamiyet de sahiptir.
İslam Teolojisi ve Felsefesi
Teolojinin ve felsefenin temel soruları genel itibariyle değişmedi ancak birçok alanda ilmi seviyemiz yükseldi. O halde çağdaş islam teolojisi ve felsefesi de bu sorulara günümüzdeki ilmi seviyeden yaklaşmak zorundadır.
Eskiden teolojinin konusu olan birçok mesele, bugün tabiat bilimlerinin konusu olmuştur. Özellikle fizikçiler, klasik felsefeyi artık kendi alanlarına dahil etmek istemektedirler. Bu durum gayet doğaldır çünkü, menşe itibariyle tabiat bilimleri ve felsefe hiçbir zaman birbirinden ayrılmamışlardır. Deneysel araştırmaların ve spekülatif gözlemlerin sonucunda bir ayrıma gidilir ki, bu noktada tabiat bilimciler, özellikle de fizikçiler, tabiat bilimleri çerçevesinde, laboratuarlara sığdırılamayan soruları felsefi açıdan ele almaya ve cevaplamaya çalışırlar.
Gerçekten de, islam teolojisi hakkında ortaya atılan yeni sorular, hıristiyan ve yahudi teolojisi hakkında yapılan tarihi-kritik araştırmaların ve din bilimleri alanında yapılan incelemelerin sonuçlarından tezahür eder. Bu araştırmaların sonuçları islam aleminde ya hiç bilinmezler veya mevcut dini anlayışı destekledikleri noktalarda itibar görürler. Esasında, teolojilerin tarihi-kritik verileri ve tabi, din bilimlerinin sunduğu bilgiler, islam teolojisinin ve Kur’an’ın anlaşılması konusunda müslümanların tahmin ettiklerinden çok daha büyük önem arzederler.
Müslümanların çoğu ve teologların büyük bir kısmı, Kur’an’ın icmalini sadece teolojik bir hadise olarak değil, aynı zamanda tarihi bir gerçeklik olarak kabul ederler. Kur’an’da geçen “cennetteki Adem” hikayesi çok defa lafzen algılanırken; İbrahim, Musa, Davut veya İsa peygamberlerle ilgili verilen bilgiler tarihi birer veri olarak kabul edilirler. Şimdiye kadar çok az sayıda teolog Kur’an’daki peygamber hikayelerinin tarihi niteliklerini reddetmiştir.
Bu yaklaşım biçiminin, Kur’an’ı bizzat Allah’ın dikte ettirdiğini ve vahiy meleği Cebrail vasıtasıyla Muhammed peygambere ilettiğini savunan vahiy anlayışıyla yakından ilişkisi vardır. Eğer teoloji aynı zamanda bir ilim dalı olmak istiyorsa, o halde geçmişteki insanların da genel geçer tabiat kanunlarına tabii olduklarını kabul etmek zorundadır. Mucizelerin yaşanmış olması mümkün değildir. Mucize diye birşey varsa eğer, ispat edilmesi mümkün olmadığı için tarihi araştırmaların yapılmasını imkansız kılar, zira tarihi bir araştırma ancak ve ancak; her zaman ve her yerde, bütün insanlar için aynı tabiat kurallarının geçerli olduğu gerçeği kabul edildiği zaman yapılabilir. Bilimi referans alan bu bakış açısı ne materyalist, ne ateist; bilahare din düşmanı veya tinsellik karşıtı olarak damgalanmak zorunda değildir. Ancak fiili olarak, insani muhakeme, sadece akla dayandığı zaman ve kainatta, kanunlara uygun istikrarlı bir düzen söz konusu olduğu zaman çalıştırılabilir. Bu kabul, kitap yazan bir Tanrı algısına dayanan vahiy anlayışını dışlar ve yahudi, hıristiyan ya da islam teolojisindeki Tanrı kavramından ziyade, yeni Platoncu veya Hint felsefesindeki Advaita öğretisinde yer alan Tanrı kavramıyla uzlaşır. Kuşkusuz bütün dinlerde bu tasavvura açık, felsefik ve Gnostik etkiler mevcuttur. İslam’da örneğin Farabi, İbn-i Sina veya Sühreverdi, yeni Platoncu düşünceleri savunmuş ve islam tasavvufunu bu düşüncelerle yönlendirmişlerdir. Bu tasavvura göre, geleneksel vahiy algısı sufi tecrübelere dayanan vahiy anlayışıyla yer değiştirmelidir ve haddizatında İslam’da bu faaliyet; Farabi, İbn-i Sina ve Sühreverdi tarafından asırlar önce yerine getirilmiştir.
Şahsi kanaatime göre, bir “Teoloji”nin, aydınlanmacı ve akılcı bir çizgide ifade edilebilmesi için; Niels Peter Lemche, Thomas Thompson gibi Minimalistlerin, eski Ahit’in “tarihi gerçekliği olmayan özgür bir manzum eser” olarak anlaşılması gerektiği yolundaki yorumlarına kulak verilmesi gerekir. Öyle sanıyorum ki; mevcut delillerin, özellikle de arkeolojik delillerin en mantıklı hulasası budur. Gerçek Minimalistlerin sayısı çok az olsa da, onlara yakın duran veya düşüncelerini büyük ölçüde savunan ilim erbabının sayısı çoktur.
Yukarıdaki gibi, radikal eleştirel çıkarımların Hıristiyanlık’taki aydınlanmacı ve akılcı fikirleri değiştirdiğini düşünüyorum. Sanıyorum; Arthur Drews, Hermann Raschke ve Gustaaf Adolf van den Bergh van Eysinga bu yorumlardan hareket ederek İsa’nın tarihsel geçmişini reddetmişlerdi. Bu yol makul ve mantıklı bulunmasa da, aydınlanmacı ve akılcı yaklaşımı baz alarak mantığı önceleyen bir teoloji, en azından İsa’nın yaşamış olduğuna kesin gözüyle bakılamayacağını kabul etmek zorundadır. Eğer Hıristiyanlık, geçmişine dair elde bulunan bütün metinlerde sadece Tanrı’nın oğlu ve İsa peygamberin Logos’unu tanıyorsa, o halde Hıristiyanlığın başlangıcında mistik bir “Tanrı’nın oğlu” kavrayışının egemen olduğunu tahmin etmek zor değil. Protestanların önce –güya- İsa peygamberin yaşamış olduğuna dair delil olarak sundukları metinleri yazan kalemlerin; Tanrı insan karışımı, hayali ve mistik bir kahramanın biyografisini yazmanın dışında başka niyetler taşıdıklarını ispat etmek gerekiyor. Benim hiç ümidim yok (buna Lukas Protestanlığı da dahildir). Hıristiyan teologların, tarihteki İsa hakkında sürekli birşeyler öğrenmeye yönelik temayülleri bana; teologların genel zayıflıklarının bir göstergesi, softa usullerle kendini kandırma çabası olarak yansıyor. Ne kadar teolog varsa, o kadar da tarihi İsa tasavvuru vardır ve dikkatlice bakıldığında bütün bu tasavvurların, o resimleri keşfeden teologların ideallerinde yatan İsa siluetlerinin yansıtıldığı projeksiyon panoları oldukları farkedilecektir.
Oryantalizm de uzun süredir tarihteki Muhammed’i araştırıyor ve 70’li yıllardan beri Patricia Crone ve Michael Cook gibi isimler, İslam kaynaklarının efsanelerle dolu olduğunu, tarihi bir değer taşımadıklarını veya çok az bir değer izafe ettiklerini ileri sürüyorlar. Bu radikal eleştiriler genel olarak tepkiyle karşılansalar da, yaptıkları önemli uyarılar ve getirdikleri argümanlara binaen, artık görmezden gelinemiyorlar.
İslam tarihinin ilk iki yüzyılına dair orijinal kaynaklar bulunmamaktadır. Var olan az sayıda vesikanın da sıhhati şüphelidir ve tahrip edilmiş olma ihtimalleri yüksektir. Güvenilir metinlere ancak hicri takvime göre 3.yy’da rastlıyoruz ve İslam’ın ilk iki yüzyılına dair bütün bilgileri sadece bu kaynaklardan derlemek zorunda olduğumuzu farkediyoruz. Bu metinlerdeki çelişkiler, arkeolojik bulgular ve gayrimüslimlere ait kaynaklarda yer alan bilgiler, islami kaynaklardaki belli bazı malumatların tarihi dayanaklardan yoksun olabilecekleri şüphesini uyandırıyor ve genel itibariyle eski islam tarihini anlatan islami metinlerin güvenilirlikleri hususunda soru işaretleri doğuruyor. Muhammed tarihi bir şahsiyet olabilir belki. Eskiden bu sorunun cevabına kesin gözüyle bakıyordum ama bugün onun varlığını güçlü bir ihtimal olarak görüyorum sadece. İslami kaynakların bildirdiği “eski islam tarihi”ne büyük bir oranda ya da tamamen hayal mahsulü olarak yaklaşmak için çok iyi nedenler var. Ancak burada, Muhammed’in tarihi bir kişilik olarak kabul edilmesi zorunluluğunun sağladığı güven gözden kaçıyor. Muhammed’in tarihi gerçekliği kabul edilse bile ispatı mümkün değildir çünkü onun varlığı sadece Kur’an metinlerinin yazıya geçirilmesi hususundaki mistik tecrübesine dayanır. Aynı şekilde, Kur’an’ın birçok dokümanın bir araya getirilmesiyle oluşturulması ve uzun bir derlenme tarihine sahip olması düşündürücüdür. Bütün bunlar oldukça spekülatif konular… Ancak şurası kesin; belli bazı meseleler islami kaynakların aktardığı gibi olmayabilirler ve bu kaynaklar içeriklerinde çok ciddi tuhaflıklar ve çelişkiler barındırıyorlar. Şu halde; hadiselerin yorumunda, geleneksel islami nakillerde işleniş biçimlerinden çok daha iyi bir şekilde, eldeki verilerle uyum sağlayabilecek izahatlara ihtiyaç vardır. Belki de islam tarihinin ilk yıllarına dair yapılacak bu araştırmaların sonucunda, gerçek tarihin yeniden yapılanmasının (aktarılmasının) mümkün olmadığı yerler için sadece, “tarihi bir niteliği haiz değildir” denilecektir. Şurası kesindir; İslam da tıpkı diğer dinler gibi uzun bir geçmişe sahiptir ve Muhammed, -tarihte yaşamış bir şahsiyet olduğunu kabul etsek dahi- Eski Ahit’de geçen, şahsi kanaatime göre hiçbir tarihi bir geçmişi olmayan ve büyük bir ihtimalle Muhammed karakterinin tersimi için prototip olarak seçilen Musa peygamberden daha az mistik ve mazisiz değildir.
Bütün bunların Avrupa’daki islam teolojisi ile ne alakası var? Burada, Avrupa’da yerleşik üç İbrahimi dinin (İslam, Hıristiyanlık, Musevilik) mensuplarının; radikal, mantıklı, aydınlanmacı ve akılcı bir çizgide serdedilen eleştiriler vasıtasıyla dinlerinin temel zaaflarını sorgulama ve onları temizleme şansı yatmaktadır. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam çift karakterli fenomenlerdir. Hiç tartışmasız insanlığa pozitif uyarılarda bulunmuş ve inkişafın yollarını göstermişlerdir. Buna mukabil, hiçbir teoloji neden olduğu kan izlerini silecek, hoşgörüsüzlüğünü ve beyinleri uyuşturan özelliğini kayıtlara geçecek dürüstlüğü gösterememiştir. Bu negatif etkilere iki temel kabul yol açmıştır; kitaplar yazan bir Tanrı inancı ve bütün dinlerden üstün hakiki dinin bir tane olabileceği inancı.
Bu tür saçmalıklar akıldan onay almaz ve İbrahimi dinlerin sürekli vurguladıkları, inançlarına dair tarihselcilik iddiaları faraziye üretmekten ileri gitmez. Bu iddialarını dayandırdıkları şey tarih değil, mitoslardır. Eğer teolojiler modern zihniyetteki “bilimsel” vasıflarını korumak istiyorlarsa tarihselcilik iddialarından vazgeçmeliler zira İsa veya Muhammed’in tarihteki varlıklarını veya belli bazı özelliklerini ya da bir takım tarihi vakıaları itikadının temeline yerleştirmiş birinin, imanını zedelemeden bu şahsiyetler hakkında tarihi araştırmalarda bulunması mümkün değildir.
Burada kimin haklı olduğu sorusu önem taşımıyor. Musa, İsa veya Muhammed olsun, üzerinde tartışılan biri hakkında farklı sonuçlara ulaşılabilmesi bilimsel bir sorundur. Bilimsellik, bu tür sorularla ilgili durumlarda sonuçları açık bırakabilmektir. Bir tarihçi, bir teologun temel imanı bir hakikat olarak sunduğu şeyi, bir sonuç alarak ele alıp inceleyemez.
Bu meselenin çözümü, dinleri cebren tarihi olaylara dayandırmaya çalışmadan metafizik realiteler olarak kabul etmektir. Din metafizik bir realite olarak kabul edildiği takdirde, yukarıda zikredilen vahiy kavramıyla (Vahyi kişiye özel mistik bir tecrübe olarak kavramak) bütün dinlere “belli şahsiyetlerin belirli tarihlerde aksettirdikleri sübjektif mistik tecrübeler” anlamı yüklenir. Din böylece son derece kişisel bir mesele vasfını kazanır.
Din, insani ve mistik bir tecrübedir. Her daim sübjektif, yani kişisel, dolayısı ile kesin hakikat değildir. Her din mistik bir gelenektir ve bu geleneklerin de kendi içlerinde çok zengin çeşitleri vardır. Sübjektifliğin, yani kişiye özel olma durumunun kabulü, “tarihi bir geçmişe bağlı mistik tecrübe” olarak algılanan ve sürekli sorgulanan geleneksel din anlayışını mağlup eder. Geleceğin insanı, aklını özgürce kullanabileceği ve bireysel mistik tecrübeler edinme konusunda hiçbir sınırlanmayla karşılaşmayacağı bir dünyada, sahip olduğu ilmi seviyeyle bu dini tecrübelerden istifade edebilecektir. Ferdi ruhiyat (Individuel) için bireysel akıl ve kişisel mistik tecrübe yegane ölçütlerdir.
Bütün bu yazılanlardan şu hulasaya da ulaşılabilir; Geleneksel islam düşüncesinde sık sık dile getirilen ve iman konusunda şiddetle yasaklanan “taklitçilik” üzerinde ciddiyetle durulmalı. Böyle bir “ruhani özgürlük” temeline sahip insan, geleneğin bıraktığı pozitif mirası; zindana, hizipçi prangalara, dogmatizme ve gösterişe kalbetmeden kullanabilmeyi becerecektir. Bittabi, bu kabul aynı zamanda geleneksel anlamda dinin bir nebze de olsa mağlup edilmesi anlamına gelecektir ve sınırlar çizecektir. Son tahlilde, bu kavrayış şekli, hemen her dini, gelenek açısından sadece bir hareket noktası olan Felsefenin dinin yerine geçirilmesi anlamını da taşıyacaktır. Ancak bu güçlükler salt müslüman teologlar için geçerli değildir.
Avrupa’daki Hıristiyan ve Yahudi teologlar eleştirel-tarihsel yorumlara birçok kere başvurdular ancak tutarlı bir sonuca ulaşamadılar. Aynı durumun müslüman teologların da başına gelmesinden endişe ediyorum. Avrupa üniversitelerindeki islam teologları Muhammed’e ve Kur’an’a karşı tarihsel-eleştirel bir bakış açısı ile yaklaşıyorlar ve birçok meseleyi islam dünyasında yapıldığından çok daha vazıh ve tenkidçi bir üslupla ele alıyorlar. Aynı zamanda buna benzer bir şekilde hıristiyan teologlar –güya- sıhhatini kaybetmemiş inanç aleminde kurtarılabilecek ne varsa kurtarmaya çalışıyorlar. Büyük bir ihtimalle tarihteki Muhammed’in hayatını anlatan yeni yeni kitaplar yazılacak ve her teologun kendi cephesinden taşıyacağı ideal insan tasavvuru “Muhammed” adı altında aynı projeksiyon panosuna yansıtılacak. İslami adetler, gelenekler araştırılacak, hurafelerden ve aleni yanlışlardan arındırılacak, arta kalan malzeme yorumlanacak ve tarih diye sunulacak. Daha önce Hıristiyanlar’ın yaptığı gibi, bu yollarla din ve aydınlanmacı zihniyet arasında sulh yapılmaya çalışılacak lakin, yine hıristiyan teologların yaşadıkları talihsiz son kaçınılmaz olacak. Yani hiçbir sonuca ulaşılamayacak…
Muhammed Sven Kalisch Kimdir?
21. Mart 1966’da Hamburg’da dünyaya geldi. Almanya’da ilk olarak kurulan Münster’deki “İslam Din Dersi Öğretmenliği Kürsüsü” başkanı, İslam araştırmacısı…
Protestanlıktan ihtida ettiğinde 15 yaşındaydı. Batı’da “beşçiler” olarak anılan bir Şia mezhebine, Zeydiler’e bağlıdır. 1997 yılında Darmstad Teknik Yüksek Okulu’nda, hukuk ve iktisadi ilimler dalında, “İslam Hukuk Metodunda Akıl ve Esneklik” konusunda doktora yaptı. 2001 yılına kadar Hamburg’da serbest avukat olarak çalıştı. 2002 yılında Hamburg Üniversitesi İslami Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak “Zeydilik’de Fıkh ve Usul-el-Fıkh ve bir mezhep olarak Zeydiliğin tarihi gelişimi” konusunda dersler verdi. Bu derslerin sonunda Hamburg Üniversitesi İslami Bilimler Fakültesi’ne fahri doçent olarak atandı.
Kalisch 2004 yılından beri Münster Üniversitesi Dini Araştırmalar Merkezi’nin (CRS) “İslam Dini” alanında üniversite profesörü olarak başkanlık görevini yürütmektedir. Münster Üniversitesi’nde ilk olarak yürürlüğe sokulan “İslam Din Dersi Öğretmenliği” bölümüne başkan olarak atanan Kalisch, Hz. Muhammed’in tarihteki mevcudiyetini inkar eden ve Kur’an’ın ilahiliğine şüphe düşüren beyanlarından dolayı, 2008 yılında Kuzey Ren Vestfalya Kültür Bakanlığı tarafından bu görevinden uzaklaştırıldı. Almanya tarihinde ilk olarak Münster’de başlatılan ve devlet okullarında verilecek İslam dersleri için öğretmen yetiştirmeyi amaçlayan bölümde; Kur’an, Siyer, Fıkıh ve Kelam gibi dallarda eğitimler veriliyor.
Kalisch Münster Üniversitesi’nde verdiği derslerde işlediği ve Hz. Muhammed’in tarihteki varlığını reddeden iddialarıyla bu yıl Alman basınında adından en çok bahsettiren oryantalist oldu. Almanya Müslümanları Koordinasyon Konseyi ( KRM)’nin, Münster Üniversitesi Dini Arastirmalar Merkezi’ndeki çalışmalardan desteğini çekmesi ve konsey sözcüsü Ali Kızılkaya’nın, Kalisch hakkındaki eleştirileri dikkatlerin Kalisch’in üzerinde toplanmasını sağladı. Karl-Heinz Ohlig, Gerd R. Puin ve Christoph Luxenberg gibi Alman Oryantalistlerin dahil oldukları “Saarbrücken Okulu” olarak bilinen ve Kur’an’ın esasında İncil’in yeniden yazılmış bir versiyonu olduğunu savunan öğretiyi desteklediği iddia edilen Kalisch, Focus dergisine yaptığı açıklamada bu görüşü desteklemediğini ancak metodik bilgileri, arkeolojik delilleri, İslam dışındaki birikimleri memnuniyetle araştırmalara dahil ettiğini bildirdi.
2008 yılının Mart ayında eski asistanı Lamya Kaddor’un görevinden istifa etmesi, Kalisch’in başkanlığını yaptığı İslam Araştırmaları Merkezi’nde şaibeli bazı olayların yaşandığına dair söylentilerin çıkmasına neden olmuştu. Son olarak Spiegel dergisinde yer alan bir röportajında tehdit edildiğini söyleyen Kalisch, bazı tutucu müslümanların ilk ismini atarak kendisini “Sven Kalisch” olarak çağırdıklarını iletti ve “Mesajı görüyorsunuz işte. Birileri beni artık müslüman olarak görmüyor” dedi.
İlk Yorumu Siz Yapın