"Enter"a basıp içeriğe geçin

Azınlık Kompleksi

Nihal Bengisu Karaca`nın “Masayı Toplamak“(*) başlıklı yazısını okurken, yurt dışında yaşayan ve “azınlık kompleksi“nden muzdarip bir güruhun sıradan bir mensubu olarak, hafızamda canlanan bazı eski resimler eşliğinde “Ben bu manzaraya ne kadar da aşinayım“ diye mırıldandım. Tabi, Nihal Hanım, yazısının evsafında olayı azınlık kompleksi çerçevesinde ele almıyordu ve beş yıldızlı bir otelin lüks restoranında yenilen yemeğin akabinde, yemekte bulunan başörtülü bir bayanın sarf ettiği “Toplayalım masayı, sonra mürtecilere bak, ne çok yediler, ne çok dağıttılar, ne çok güldüler, sonra da çekip gittiler demesinler“ cümlesini, bir mağdur olmanın getirdiği mantıklı bir savunma içgüdüsüyle haklı çıkarıyordu.

Psikanaliz, biyolojinin saltanat sürdüğü bilinçaltımızdaki uçurumda, gerçeklerden kaçıp muhayyelden medet umarak yaşayan binbir suratlı, çeşit çeşit komplekslerimizi bulup gün ışığına çıkarmak için var. Önce, toplumun insanoğluna mikrop enjekte eder gibi kompleks enjekte ettiği gerçeğini gözden kaçırmamak lazım. Müslüman insanların belleklerine, tövbe kapısı kapatılmış bir cürüm gibi kazınan ikiz kulelerin bombalanması olayı, yurt dışında yaşayan gurbetçi vatandaşlarımızın bilinçaltlarında hâlihazırda var olan azınlık kompleksine de çökertilmesi müşkül bir hâkimiyet sağladı. Bu bakterinin birebir aynısının ülkemdeki başörtülü bayanların damarlarında da dolaştığını fark etmek cidden rahatsız edici ve hüzün verici. Acaba onların, böyle bir kompleksi ruhlarında dalgalandırmak için haklı gerekçeleri var mı?

Yurt dışında yaşadığı için yabancı statüsünde muameleye tabi tutulanlarla, yazılı ve görsel medya yoluyla yapılan sosyal baskılar ve bazı mesnetsiz hukuki yaptırımlarla ülkesine ve kimliğine yabancılaştırılanlar arasında, kağıt üstü vatandaşlık belgesini saymazsak çok büyük bir fark yok. Her iki insan tipinde de aynı saplantının izlerini görmek, aynı kompleksin semptomlarını izlemek mümkün.

Mamafih, bu hastalığın kökleri öyle derinlerde ki, asırlık bir çınarın tek çelmede devrilmesi ne kadar muhalse, mütedeyyin insanlarımızın kendilerine olan güven duygularını biteviye tekmeleyen bu mel’un kompleksi söküp atmak da o kadar muhal görünüyor. Din, bizim insanımıza yıllarca‚ kaçınılması gereken bir hastalık; dini bütün insanlar ise ilkel, cahil ve zorba olarak tasvir edildi. Bu önyargıyı haksız çıkarmak için itibarlı üniversitelerden diplomalanmak, markalı eşarplar kullanmak, imkânları zorlama pahasına lüks yaşamak ama az konuşmak, az gülmek, az yemek, derli toplu olmak, suya sabuna dokunmamak, objektiflere yansımamak, yani göze çarpmamak ilk elden alınan önlemler oldu ve bütün bu gayretkeşlik arasında yılların beyinlere işlediği malum komplekslerin tedavisi unutuldu. Güzel Türkçeyi, belagat kitaplarında zikredilen “bir berber bir berbere …“ veya “leyse kurbi kabri harbi kabra“ gibi tekerlemelerin pabucunu dama atmak sananlar; ezcümle, konuşurken kabiliyetli bir lise talebesinin müşahede ve hükümlerini sergilemeyi kâfi görenler tarafından beğenilmek yegâne gaye oldu. Genel geçer beğeniye hitap etmek, edebilmek; yalınkat ve hâkim kültüre çivili bir mantaliteye hizmet etmek, ama başörtülü kalmak… Başörtüsü, başörtülü kadını özüne bağlayan biricik bağ, tek ibrişim kumaş oldu. Düğüm tamam ama kumaş esnek. Ne tarafa çeksen o tarafa esniyor.

Yıllar önce bir Fas gezisinde, Meknes sokaklarını bize tanıtmak üzere mihmandarlığımızı yapan bir üniversite öğrencisi, içtiği su şişesini kaldırıma fırlattığı için tenkidlerimize maruz kalınca kendisini şöyle savunmuştu: “Biz böyleyiz ve böyle kabul görmeliyiz“. Faslı gencin o zamanlar çok kınadığım bu savı zaman geçtikçe haklılık kazandı indimde. Yaşadığım ülkede benimle aynı kaderi paylaşan soydaşlarım, çöplerini kaldırımlara çevre bilincine sahip oldukları için değil; yurt dışına sürülmekten, bir takım haklarını kaybetmekten, polise meramlarını anlatamayacaklarını bildiklerinden; hâsılı, korktukları için atamıyorlardı. Yani azınlık kompleksine düçar oldukları için… Bu kompleks beyinlerinde öyle geniş bir yer işgal ediyordu ki, millet olarak ayakta tutmamız gereken en temel faziletleri çiğnemelerine neden oluyor, en zaruri fiilleri yapmaktan alıkoyuyor, reflekslerini köreltiyordu. Türkiye`ye yıllık izne gidilirken arabada biriken çöpler Türkiye sınırlarına kadar bir poşet içinde saklanıyor ve ancak sınır geçilince arabanın camından münasip bir araziye fırlatılıyordu. ’Kırmızı ışıkta dur’ ilkesi Türkiye sınırlarından geçilir geçilmez o güçlü yaptırımını ansızın kaybediveriyor ve Türk trafik anlayışına ayak uyduruluyordu.

Birkaç gün önce bir teyzemiz metro istasyonunda yaşadıklarını kendisine has Sivas ağzıyla anlatıyordu. Metrodan çıkıp yürüyen merdivenlere gelince kendisinden birkaç basamak yukarıda duran yaşlı bir Alman -büyük bir ihtimalle tansiyonu düştüğü için- aniden dengesini kaybedip teyzemize doğru yuvarlanmaya başlıyor. Teyzemiz öyle korkuyor ki, yaşlı bir insanın yaralanmasını ve belki de ölmesini engelleyebilmesi mümkünken; kenara çekilip merdivenin en alt basamağına kadar kâh tırabzanlara, kâh basamaklara kafasını gözünü vura vura yuvarlanışını izlemeyi tercih ediyor ve bu kayıtsızlığını çok acı bir nedenle destekliyordu: “-Beni bu başörtülü Türk kadın itti- der diye korktum. Yabancı düşmanı olabilirdi!“. Nihal Hanım’ın yazısına konu olan bayanı restorandaki masayı toplamaya sevk eden, Sivaslı teyzeyi korkuyla kenara çeken refleksler aynı psikolojik travmadan besleniyor gibi: Azınlık kompleksi.

Azınlık kompleksinin yurt dışında yaşayan insanımızı etkisi altına alması anlaşılabilir bir durumdur; çünkü o bir azınlığa dâhildir ve içinde yaşadığı ülkenin siyasi arenasında, hatta sokaktaki vatandaşının hal ve hareketlerinde peyderpey tezahür eden bir başka nörolojik vakayla, “İslam Fobi (İslamifobia)” ile savaşmak zorundadır. Müslüman yabancıların abone oldukları yayınlar, girip çıktıkları mekânlar, üyesi oldukları dernekler büyüteç altına alınırken; vatandaşlığa geçmek isteyen Müslümanlara, insan şeref ve haysiyetini tarumar eden, aklı hayali dumura uğratan garip ötesi sorular sorulurken; Türk Hava Yolları’yla seyahat eden yolcular, yurda girişlerde pasaport kontrol kuyruğunda saatlerce bekletilirken ve en çok satanlar listesinde üst sıraları İslam aleyhtarı kitaplar işgal ederken, Sivaslı teyzemizi bu hareketinden dolayı tel’in etmek mümkün mü? Bir azınlık mensubu olarak bütün bu haksızlıklar karşısında baş kaldırıp, göğüs germek ihraç edilmekle sonuçlanabilir ve bu korkunun da azınlık kompleksinden neş’et ettiği söylenebilir. Hepsine rağmen bu korku nedensiz bir korku değildir ve nedenleri ortadan kaldırılmadıkça mevcudiyetini devam ettirebilir.

Peki, Türkiye`deki başörtülü bayan, beş yıldızlı restoranlarda yemek yediği, en pahalı mağazalardan alışveriş ettiği, en lüks arabalara bindiği ve üstelik büyük bir oranla kendi seçtiği bir iktidar tarafından yönetildiği halde, niçin kendisini hala bir azınlığın parçası gibi hissetmektedir? Mutfak önlüğünü çıkarıp grand tuvalet beş yıldızlı restoranların eşiğinden adımını atan kadın, başörtüsünün altında ezildiği müddetçe kazandığı her zafer suni kalacak ve sırıtacak sanıyorum… Beş yıldızlı müesseselerde arzı endam etmenin başörtülü bir Türk vatandaşı için ne büyük bir zafer olduğunu anlamak için de Nihal hanımın mezkûr yazısına bakmak gerekiyor. “Biz böyleyiz ve böyle kabul görmeliyiz“ diyen Faslı gencin doğallığına ve ’kendine güven’ duygusuna kavuşabilmemizi ümit etmeye devam edebilir miyiz?

Emine Karahocagil Arslaner

………………………………………………………………..

(*)Bkz. 24.05.06 tarihli Zaman gazetesi, http://zaman.com.tr/?bl=yazarlar&trh=20060529&hn=287728

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir