"Enter"a basıp içeriğe geçin

Dinleyin Bayım

„Berlin`de, 7 şubat 2005 tarihinde kardeşi tarafından kurşunlanarak öldürülen töre cinayeti kurbanının katiline 9 yıl 3 ay hapis cezası verildi. Hatun Sürücü`nün katili Almanya tarihinde 18 yaşın altında birine verilen en yüksek cezaya çarptırıldı ancak bu karar katil ve diğer aile fertleri tarafından sevinçle karşılandı. Zafer işareti yaparak mahkeme salonunu terkeden bu insanlar cehaletin yer, mekan, zaman ve sınır tanımazlığını ispatlar gibiydiler. Aşağıdaki hikaye bu olaydan ilham alınarak yazılmıştır.“

…………………………………

Aslında bayım anlatacak çok bir şeyim yok. Tüm hikayem kibrit yalımında başlayıp kül tablasında son bulur. Şimdi dönüp baksanız kül rengi suratıma, bir izmarit ezikliği bulursunuz bakışlarımda… Artık susamıyorum eskisi gibi velakin. Sustuğum her an, azrail canımı yakar ve dilime dökülen acımtırak kelimeler bir volkan azmiyle dudaklarımı parçalar. Kafiyesi küfürden militan şarkılar ard arda dizilirler zihnimde ama söyleyemem. İsterim ki, hala bir köy ağasının dördüncü kuması misali, karşınızda eğilebiliyorken boynum ve sesimin volumu standart ses frekanslarının çok çok altındayken hala, dinleyin beni…

Konuşmak istiyorum bayım. İçim söz salamurası. Ne varsa dökmeliyim artık. Tek kelimeyi israf etmeden, tek cümleyi sonraya ertelemeden. Taa en başından başlayarak.

Ciğ melemenlerin, küflü peynirlerin, cılk yumurtaların, acımış çayların, bayat somunların arasından çıkmış bir kurttum ben, sizi tanımadan önce. Ki, siz beni hiç tanımadınız bayım. Benim kahrım ağırdı; sizin yüzme havuzlu, jakuzili, tenis kortlu villalarınızın duvarlarına çarpsa devirebilirdi. Tırlar altında kalsam ezilmezdim, arsız ve pişkindim. Aklım hayra şerre ermezken leylekler tarafından tepeden inme indirilmişim; dosyalanmış bir şehrin, sicili bozuk bir şehrin, varoşlarından birinin göbeğine. Bu yüzden, “Gecekondu kızı” diye laf atarlardı, akşam vakitleri fabrika dönüşü entarimin hışırtısından geldiğimi anlayan ne kadar mahalleli serseri varsa, arkamdan.

Mini minnacıktım doğduğumda, hatırlıyorum. Dünü nasıl hatırlıyorsam öyle hatırlıyorum. Ne sevinmiş ne de üzülmüştüm. Gözlerim görmüyor, kulaklarım işitmiyordu. Adım Havva konuldu. Yani yirminci yüzyılın son çeyreğinde doğan ikinci Havva. Ne alaka demeyin; Havva anayla sadece adaş değiliz biz. Paylaştığımız önemli bir kader ortaklığı var. Hiç kucaklayamadığım boyunları, saçlarıma temas ettikleri hiç vaki olmayan bir çift elleri ile, iki üveydi ebeveynlerim. Nefes alan soluk veren, yiyen içen, oturan kalkan, yani yaşayan ama yaşamayan… Yürüyen bir çift ölü. Tuhaf paradoksların mutat objeleri… Son gücümle haykırıyorum: “Leyleklerin varoluşumdaki yeri daha fazla!”

Evet bayım, diyebilirim ki karakteristik zaaflarımın müsebbibi addettiğim bu yetim ve öksüz manzaramda soluk ayla soğuk güneş sürekli yer değiştirirken, çok daha çirkin realitelerini sanal sefaletlerin ardında saklayıp her sabah içimde cılız kıvılcımlar yakan dünya, bir taraftan da aşağılık kompleksi, nefret ve kine dönüşerek kalbime giden kılcal damarlarda istiflendi. Arkadaşlarım vardı; kitap kurdu, ağaç kurdu, yabani kurt, dişi kurt, bozkurt gibi… Bazıları pozitif bilimlerin negatif formülleri sayesinde kimlik erozyonuna uğradılar ve evrim değiştirdiler. Solucan oldular yani… Bana gelince; taş devri insanının halet-i ruhiyesine sahip bir baba ve onun az biraz daha evcilleşmiş versiyonu sayılabilecek bir ananın uyguladığı psikolojik terör altında, ben`liğine kıvrılıp kendi kendini kemiren bir kurt olarak yaşamaya devam ettim. Tekamül iksirine yetecek kadar param da yoktu zaten. İplik fabrikasından eve , evden fabrikaya devam eden monoton voltalarım hiç bitmeyecek ve ben hiç azad edilmeyeceğim sanıyordum. Boş zamanlarımda, beni özgürlüğüme kavuşturacak ve belki de solucan ve hatta kimbilir belki de bir ipek böceğine dönüştürecek ve belki de birgün, bir kelebek olup masmavi semaların kollarında kanat çırpmamı sağlayacak yegane vasıta diye belleyip yolunu beklediğim beyaz atlı prensime dair ütopik hayaller kuruyor; kaneviçeler işliyor, danteller örüyordum. Ama o hiç görünmedi ufukta.

23 yaşıma merdiven dayadığım aylarda izdivaç ümidi kalmamış bir kız kurusu muamelesi görmeye başlamıştım bile. İşte o aylarda benden bir yaş büyük olan ablamı kendisinden 25 yaş büyük, 4 çocuklu dul bir adamla nikahladılar. Ablam gelinlik bile giyememişti. Ağlamaktan kızarmış gözleri ve burnuyla sadece kendini alıp gitti evden. Gün yüzü görmemiş saçlarını, çakmak çakmak bakışlarını, ince belini, temiz bedenini alıp gitti; arkasında kendisini hatırlatacak hiçbir şey bırakmadan. Hiçbir şeyi yoktu ki ablamın… Aile içi sohbetlerde çokça zikredilen iffeti ve namusu; ela gözleri ve siyah saçları dışında, hiçbir şeyi evet hiçbir şeyi yoktu ablamın. İki ay sonra gelin gittiği köyün yüksek tepelerinden birinde, “yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” türküsünü diline ve esmer saçlarını bulutlara dolayarak bir dilek ağacına astı kendini. Ak bir güvercin olup uçmak, omuzuna konmak, iki damla gözyaşıyla bedenini yıkamak bana düştü. O yüzden biliyorum, ölürken nasıl güldüğünü. Onu Yasinler okuyarak samanyoluna defnetmek istedim. Zühreyi ve çoban yıldızını başına dikmek istedim. Yaşasaydı ona annelik bile yapacaktım. Saçlarını tarayacaktım. Yağmur yağdığında mantomun düğmelerini açıp onu içime alacaktım. Kış günlerinde üşüyen ellerine yemenimi sarıp eldiven yapacaktım. Yoksulluksa yoksulluk, acıysa acı. Ben hepsini ablamla paylaşmaya hazırdım ama onu ölümle evlendirdiler. Bir tabak eksilsin diye siniden, ablamı 150 milyon karşılığında katlettiler.

İşte hikayenin burasında çekildi fünyesi kalbimin ve aklımda binlerce kuş aynı anda havalandı. Benden bir yaş küçük kardeşimin lise kitaplarını, bir sevgiliyi saklar gibi yorganımın altına alıp, bir günah işliyormuş gibi ezberledim envai tür kimya formüllerini, çok bilinmeyenli denklemleri, bilumum teorik verileri, fiziksel gerçekleri, gerçekten uzak bilimsel fantezileri. Bir kiler faresi gibi arka sokaklarında yaşadığım halde; bana Paris kadar, Londra kadar, Viyana, Brüksel, Washington kadar uzak duran bu şehrin parlak ışıklarının geceye doğru uzandığı saatlerde ezberledim, gizli gizli bütün tarihini bu kentin. Yağmurlu bir sabah, hayallerimi süsleyen mekteplerden birinin kanatlı kapılarına omuz vurmak için, yavuklusuna kaçan bir kız gibi uzaklaştım evden. Kimse farketmedi oysa yokluğumu o gün ve saçlarımın niçin ıslandığını, nereye gittiğimi kimse sormadı. Kimsem yoktu benim bayım, şaşırmayın.

Dışardan, yani anam babam ve diğer ev sakinlerinin rüyalarında cinler periler el el üstünde oynarken, ben gizliden gizliye liseyi bitirmiştim bile. Kurtluktan kurtulmanın bir adamla evlenmek dışında başka yolları da olduğunu ispatlamaktı niyetim. Gerçek hayat yeşilcam filmleri gibi değildi nitekim. Yıllarımı; şehla gözlerime, sırma saçlarıma gönlünü kaptıracak zengin ve yakışıklı esas oğlanı bekleyerek berhava etmeyecektim. Zengin ve yakışıklı adamlar, zengin ve güzel kızlarla evleniyorlardı bu dünyada ve yolları hiç gecekondu semtlerine düşmüyordu onların.

Birgün ak bir zarf içinde gelen ak bir kağıt olmadık hayallerle havaya uçurdu beni. Göğsümü gererek özgür ufuklara, çılgınlar gibi bağırdım: kurtluğa son!… Cennetten imzalı mühürlü tapu senedi almıştım sanki. Hiç vakit kaybetmeden neyim varsa –hiç birşeysiz kendimi- koydum ak zarfa. Kurduğum hayaller çok geçmeden, spermlerinden bir sperm olmam hasebiyle babam ve döl yatağında geçirdiğim 9 aylık bir istirahat dönemine dair inkarı imkansız lütfunu her fırsatta kafatasıma bir balyoz gibi indiren anam tarafından hoyratça altüst edildi. Üniversite bize göre değildi…  Öyle demişlerdi. Bir fabrika dönüşü çantamdan çıkarıp, yeşil boyalı kaba saba bir çöp bidonuna fırlattım ak pak umudumu. Cılk yumurta, bayat somun, acımış çay ve küflenmiş peynirlerin böğründeki eski yerime kıvrıldım ve uyuştum. Yaşadığım yıkımın tarifi imkansızdı. Yüzlerce katlı bir gökdelenden düştüyseniz eğer, belki anlarsınız beni!

Bir gece gulyabani gibi sokuldu yatağımın baş ucuna annem. Beyaz kefenler giydirilmiş cümleler fısıldayarak kulağıma, ibraz etti ölüm fermanımı. İki gün sonra amcaoğluyla nikahım vardı. Kendimi iki gün sonra, evet sadece iki gün sonra defnedilmeyi bekleyen talihsiz bir cenaze gibi hissettim. Kaçmalıydım bu cehennemden. Uzaklaşmalıydım önüme sürülen istikbalden. Kaybedeceğim hiç birşey yoktu. Ya ölecektim kurtuluş yollarını denemeden, ya da burnumu tıkayarak kaçtığım bu lağım çukurundan, başka bir bataklığa dökülerek can verecektim. Ama bir ümit vardı ikinci seçenekte. Minnacık da olsa, bir yıldız göz kırpıyordu. Bir çoban yıldızı, bir yakamoz…

İsyanımı ve acımı dizginledim. Gizli gizli sıyrıldım bir gece vakti karanlık kuytularımdan. Pencere pervazlarından hastalıklı çocukların ateşli çığlıkları yayılan, yıkıldı yıkılacak gibi duran evlerin tenhalığına, çamurlu yolların kıyısına ve cılız ışıklara tutuna tutuna, süzüldüm şehrin yaldızlı kucağına doğru. Artık tam ucundaydım bıçağın. Tepeden tırnağa meydan okumaydım ben bayım! Yüreğimi gerip cehalete, karanlığa, düşmanlığa, bağnazlığa; daldırın mızrağınızı cesaretime diyordum.

Gecenin karanlığı, karanlık adamlar, zifte bulanmış kalpler, dişlerinden kan sızan korkunç vampirler, yarasalar, haydutlar, haramiler, hırsızlar bu çocukca cüreti sinsi bir gülümsemeyle küçümsediler. Bir balıkçı barakasının duvarına sırtımı verip, siyah ve vahşi bir kurt olabilmek için Allah’a dua ettim. Üzerime yönelen her art niyetli bakışa, şimşekler çaktıran gözlerimle evap vermek, başımı dolunaya doğru kaldırıp uzun uzun, “Korkun benden! Benden korkun!” diye uluyabilmek istedim. Ya dualarım kabul edildi ya da ben bir rüya gördüm. Darwin yaşadığım metamorfozu görse ne kadar büyülenirdi. Boğum boğum bedenimden yeni el, yeni ayak, yeni göz, yeni kulak türedi. Siyah ve vahşi bir kurt gibi savruldum gecenin ayazında. Bir gece sürdü sanal saltanatım. Aç ve perişan bir kurtçuk olarak araladım gözlerimi sabaha. “Kızım Havva, kendini kandırma. Sen hala o igrenç kurt-cuk-sun!” dedim ve sustum.

Neler yaşadım?… Hatırlamak istemiyorum. Beni mağazanıza suratıma dahi bakmadan işe aldığınız gün değişmişti rengi evrenin. Sizi orada tanıdım ki, siz beni hiç tanımadınız. Bir şişe Aftershave’diniz siz bayım. Hayat, kulpuna bastığınız zaman akan sıcak suydu. Buram buram hijyendi nefesiniz ve elleriniz yoktu sizin. Bu yüzden çalışma masanızı, dolaplarınızı, bilgisayarınızın camını ve hatta klozet kapağınızı ben temizlerdim. Benim ellerim vardı. Omuzlarım beynimin ağırlığı altında ezilmezdi hiç. Beynim yoktu benim. Benim ellerim vardı, sizin de beyniniz. Beyniniz ve elbiseleriniz ve paralarınız ve saltanatınız…. Ellerimi kiraladınız önce; sonra etimi, bedenimi ve kalbimi. Yersiz yurtsuz bir kalpti benimkisi. Kimin göğüs kafesine soksan orada çarpmaya devam ederdi. Eşyanın isimlerini öğreten sizdiniz. Sizin dilime doğru iteklediğiniz sözcüklerle kurmaya başladım cümlelerimi. Siz kopardıkça beni benliğimden, çevremdeki yerleşik sürüye ilhak ettim. Evrildim.

Bütün olumsuzluklarına rağmen, bu yeni hayatın bazı artıları da oldu. Atlatmam gereken absürd evlilik dönemini ki, -ku(r)tsal tekamülün en zor evresidir- ertelemiş bulundum. Bir zamanlar imrenerek baktığım; bizden daha ileri bir gezegenden yerküremizi ziyarete gelmişler gibi duran, işporta malı kıyafetlerimizi tiksintiyle süzen maskeli simaların bencileyin birer mahluk olduklarını öğrendim. Ara sıra farkettiğim aptallıkları moralime moral katıyordu. Adamlar bilgisayarı oyun veya maç bileti bulmak için kullanırken, kadınlar da tırnaklarını törpülüyorlardı. Tuhaf kadınlardı ve yırtık buruşuk adamlardı hepsi aslında ama, bunu yalnızca ben görebiliyordum. Bekar, dul, evli ama dul medeni hal içerisinde bekaretini kaybetmiş, bal yapmaz arılar gibi girip çıktıkları binalarda kimliklerini yitirmiş kadınlar, adamlar. Modern çağın ergenlik sivilcileri gibi ortalarda dolanan kızlar oğlanlar… Ve siz bayım, bir kreş çocuğunu azarlar gibi istihdam ederdiniz hepsini. Sinir krizleri geçirdiğiniz zaman sarfettiğiniz her cümle sindirim güçlüğü çeken bir devin mide gurultuları gibi gelirdi kulağıma. Aşklarınız yularsız atların anlık cinsel parlamaları gibi ansızındı ve gelip geçerdi.

Yine böyle bir anınızda farkettiniz beni! Hayır bayım, siz beni hiç tanımadınız. Beni gördünüz ve akla hayale sığmayan ikna metodalarını kullanarak yasak elmayı ısırmaya davet ettiniz. Aynı saatlerde, birkaç sokak ötemde bir başka kadın kirletiliyordu. Ve bir kadının etine banarak sigarasını söndürüyordu bir adam. Çok uzaklarda, Berlin’de, bir kadın kardeşi tarafından kurşunlanıyordu. Otobüs durağındaki kan birikintisine vuran neon ışıklarıyla çarpışıyordu gözlerim.

Derken, bu ülkenin karanlık bir mahallesinin, karanlık bir evinin, karanlık bir odasında, karanlık adamlar tarafından, dayak yediği kocasından kaçıp ailesine sığınan bir kızın kesilen burnu düştü önüme. İste o an bayım, içimdeki Adem’i kaybettim. Havva’yı lanetleyen bütün inançları, töreleri, dinleri, yerleşik zihniyetleri ayaklarımın altına alarak ezdim. Bir düğüm olup oturdum gırtlaklarınıza ve nevrotik bir hıçkırık olup boşaldım solunum yollarınıza.

Şimdi daha iyi hissedeceksiniz beni.

Sen aptal şakird, sen kaypak radikal, sen ham sofu- cahil sufi, sen çakma sosyalist, sen burjuva komünist, sen sığ molla, sen züppe liberal, sen fırlama mirasyedi ve sen süzme muhafazakar;

hiçbir yaraya merhem olmayan teorik ıkınmalarınız ve ideolojik takıntılarınızla siz hepiniz, bir hiçsiniz.

Şehrin en işlek caddelerine asılan reklam afişlerinde alnacınıza durmuş; kurşunlarla dağılan beynim, kesilen burnumla ben; tenimdeki izmarit yanıklarını göstererek en nefes kesen pozumu veriyorum. Gözlerime takıldığında gözleriniz, kürek kürek üzerinize toprak boşaltan bir mezarcının kıllı elleri oluyor kirpiklerim. Saçlarımın her telinden ipini sizin çektiğiniz bir kadının cansız bedeni sarkıyor. Cehennemden geliyor sesim ve ‘siz’ diyorum bayım, ‘siz bir yalancısınız! Siz yasak elmasınız! Ve ben sizi,
sizi hiç affetmeyeceğim!’

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir