Batman çayı, boğulduktan sonra kucağına atılan Hatice Daşlı’yı dalgalarına dolayıp eteklerine taşımış. Sonra, masum cesedin üzerinden ıslak örtüsünü çekmiş usulca; insanlar görsün, insanlar utansın, insanlar örtsün diye ama o anı gösteren fotoğrafta Hatice çıplak. Belli ki polis veya belediye ekiplerinden önce yine azgın gazeteciler ulaşmış olay yerine. Azgın muhafazakâr, nobran ve arsız medyanın kadrajında ezilmiş yine vicdan.
Kadınlar eskiden de öldürülürdü ancak eskiden o kadınların cesetleri gazete sayfalarıyla kapatılırdı. Medya bir parça merhamet barındırırdı yüreğinde ve haberini yaptığı kadının cesedini örterdi. Sonra o cesetleri kapatan gazete sayfalarının üzerinde başka kurban kadınların fotoğraflarını görmeye başladık. Şimdi o gazeteler de kaldırıldı. Tüm maktul kadınları suretlerinden tanıyoruz artık. Hiçbirini örtmüyor manşetler. Hatice’nin bedeni gibi, canlıyken tiranlara teslim edilerek arka sayfa haberlerine taşınanlar, ölünce trajlara malzeme edilerek manşetleri besliyorlar.
Bizler büyüklerimizden kanlı namus çarşaflarını miras almış bir milletiz. Bu yüzden sokaklarımızda kadınını döveni “eridir, ne yapsa yeridir” kayıtsızlığıyla özgür bırakır, öpeni ise diri diri gömeriz.
Kızları nasıl diri diri gömüyorsak, öyle… Onları diri diri gömenleri görünce aklımıza düşmeyen ayetler, sevgilisini öpen genç adamı görünce “iffet” alt başlığı altında sökün ederler dilimizden.
“Peki, sen bu yazıyı niye böyle geç yazdın?” diye soracaksınız.
Çünkü dumanı üstünde taze bir hadisenin sıcağıyla adrenali yükselenlerin safında yer almak istemedim. Hadise soğuyunca ve hararetleri sönünce, hafızaları da formatlanıyor nitekim. Ülke ve dünya meseleleri üzerinde düşünen insan işte bu yüzden Türkiye’nin şamatalı ve tuzaklarla dolu gündemi ile arasına mesafe koymalı.
O, hafızalardaki tozu üfleyen, kalplerdeki ateşi harlayan nefes olmalı.
O unutturmamalı…
Ataerkil kapitalist hoddamlığın sadece Türkiye’nin değil, Avrupa dâhil, tüm dünyanın meselesi olduğunu anlatmalı.
Bu arsızlığı dize getirecek zihniyet devriminin ‘ana’ nüvelerinin ise anaerkil uygarlıkların merkez üssü olan Anadolu topraklarında yeşerebileceğini haykırmalı.
Gelgelelim, Hatice hiç gündem olmadı. Ne ulusal medyada doğru dürüst yer alabildi ne de sosyal medyanın keyfini kaçırabildi. Çünkü medya artık gazete sayfalarıyla kapatmaya gerek duymadığı kadın cesetlerini gündeme taşımayarak kapatıyor. Bir el bu olayların üstünü örterek müzminleşen muhafazakâr kadın algısının değişmemesi için uğraşıyor. Çünkü insanlar artık şehit haberleri gibi kadın cinayetlerini de çekirdek kültürlerine eklemlediler. Poşet poşet çekirdeklerin eşliğinde, parça parça gündemi tüketiyor; şiddet haberlerini aksiyon filmi izler gibi izliyor ve unutuyorlar.
Bu cümlelerim kimileri tarafından çok haksız bulunacak belki. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının faaliyetleri sürülecek ortaya ve bu kurumun karınca azmiyle çalışan fedailerinin gayretlerini niçin görmediğim sorulacak. Her zaman olduğu gibi; “çözüm yolu sunmayan münekkidin tenkide hakkı yok!” denilecek ve hiç değilse susmamız istenecek.
Lakin kalem susacak olsa vicdan susmuyor mirim…
Bir sözümüz varsa, o sözün açtığı pencereden bakmak isteyecek yetki sahibi akıllar da olur ve o aklın sahibi bizim de farkedemediğimizi farkeder belki. Belki bu yüzden, bir cümle dua da bizim payımıza düşer.
Konuya dönelim…
Hiç şüphesiz Türkiye’de kadın cinayetlerini durdurmak için çok şey yapılıyor.
Mesela: “Kadın sığınma evleri”nin adı “kadın konuk evleri” olarak değiştiriliyor. İsim değiştirilince işlevi de değişecek sanılıyor ama hiç kimse bu evlerin varlık nedenlerini sorgulamıyor. Hiç kimse şiddete uğrayan bir kadının niçin evinden çıkmaya teşvik edildiğini sormuyor.
Şiddet mağduru kadının oturduğu evin aslında erkeğe ait olduğu kabulüyle hareket ediliyor olmasın?
Şuur altlarımızı yoklasak başka neler çıkar acaba?
Mağduru göçe zorlamak da bir şiddet biçimi değil midir? Evini terkeden kadın, ona o evi dar edenin psikolojisini nasıl etkiler? Bir zafer mi kazandığını düşünür yoksa terkedilmişliğin yarattığı intikam hissiyle eski karısının peşine mi düşer? Kadın bu sonuçların hangisinden bir fayda sağlar? Şiddete uğrayanı konuk evinde ağırlamak yerine, şiddet uygulayanı hastanede veya ıslah evinde ağırlamak daha tutarlı olmaz mı?
Daha önce çeşitli vesilelerle sormuştum. Burada o soruyu da yeniden tekrarlayalım: Neden şiddete meyilli insanlar tedaviye tabi tutulmuyorlar?
Konuk evlerinden sağlanan bir rant mı söz konusudur yoksa çok daha pahalı bir çözüm yolu mu öneriyorum? Bir konuk evinin maliyeti ile bir terapi merkezi açılamaz mı? Yoksa ataerkil akıl, şiddet uygulayan erkeğin hasta olduğunu kabul etmekte zorlanıyor mu?
Bakanlık çalışıyor…
Mesela kanunları değiştiriyor, ceza-i müeyyideleri sertleştiriyor…
Hatta Güney Doğu’da ücretsiz meslek edinme kursları düzenleyerek kadınları sosyalleştirmeye çalışıyor.
Peki, işlenen suçların en sık görülen faili olan “erkek” bu çalışmaların neresine düşüyor? Erkeklerin değişmesi için neler yapılıyor? Zihinlerin aydınlanması için neler yapılıyor? Neden topyekûn bir eğitim seferberliği başlatılmıyor? Neden okullarda erkek çocukları için de ev ekonomisi dersleri mecburi ders yapılmıyor?
Gazetelerin birinde yer alan enteresan bir haber bu soruların cevabı oluyor adeta.
Doğu eyaletlerinden birine ait bir ilçede müftülük akletmiş ve boşanma olaylarını azaltmak üzere bir irşad ekibi kurmuş. Ekip kadınlardan oluşuyor, çünkü kadınlarla konuşulacak. Sonuçta, problemlerin asıl sorumlusu veya yapacağı fedakârlık ve göstereceği feragatla o sorunun çözülmesini sağlayacak yegâne özne “kadın” varsayıldığı için, müftülük ekibe erkek irşad elemanı almaya gerek duymamış. Müftü efendi eğer lüzum görülürse(!) erkek tarafıyla görüşecekmiş. Sorunların nasıl çözülmeye çalışıldığı haberde anlatılmıyor ancak dini argümanların ve savların bol bol kullanılacağı aşikar.
Peki, ekipte erkek eleman olmaması büyük bir eksiklik mi?
Hiç şüphe yok ki o ekipte erkek eleman olsa da değişen bir şey olmayacaktı, zira dinin nasıl öğrenildiğini ve yorumlandığını biliyoruz. Müftülük kırsal kesimdeki insanları ikna noktasında dini telkinlerin ne kadar etkili olduğunu tecrübeleri ile biliyor ama bakanlık muhafazakar içgüdülerle kadına şiddet konusunda “din”i referans olarak almamakta ısrar ediyor.
Doğu ve Güneydoğu’da “melle” olarak bilinen medrese eğitimli hocalara Diyanet bünyesinde görev verildiğini biz biliyoruz da Aile Bakanlığı’nın haberi yok mu? Var tabi ama dini müesseselerle ortak hareket etmek bakanlığın çalışma metodları arasında yer almıyor. Bakanlık bu “melle” lerin kim olduklarını, mesela İslam’da kadın meselesini nasıl yorumladıklarını merak etmiyor. Oradaki hocaların, imamların ve kanaat önderlerinin töre, namus, iffet, kadın gibi konularda halka neler anlattıkları konusunda bir malumatları da büyük ihtimalle yok.
Bizim insanımız kendi içinden çıkmış, yabancı etkilere maruz kalmamış figürlere daha çok güvenir. Psikoloğa gitmez ama üfürükçülere cüzdanını boşaltır… Devlet vatandaşının güvenliğinden sorumlu birim olarak, doğru istihbarat ve isabetli yönlendirmelerle halkını korumak zorundadır. Güvenlik sadece polislerin ellerine cop tutuşturmak, uçan kuşa esen yele biber gazı fışkırtmak değildir. Halkını, erdemleri ve zaaflarıyla bir bütün olarak tanımayan iktidar onun güvenliğini de sağlayamaz.
Ne yazık ki Türk insanını Türk insanına yabancılaştırdılar. Avrupa’ya yönelik politikalar Osmanlı ile birlikte başlayan helenist yozlaşmanın devamı niteliğinde idi ve akıllarda, sözde şiddeti tel’in eden, özünde ise onaylayan bir patriarkal dünya görüşü geliştirdiler. Metafetişist, kapitalist bir tapımı İslam diye sunanlar, erk’i elinde tutanları da oy sandıklarını göstererek susturdular . “Din”i devlet içinde bir kurum oluşturarak ruhbanların eline teslim etmenin laikliğin gereği olduğunu söylediler, inandık. İçtihadi görüşleri “reformizm” adı altında fişleyip sakıncalı ilan ederek halktan uzaklaştırdılar, karşı durmadık.
Evet, Aile Bakanlığı çok çalışıyor ama Kültür Bakanlığı kadar değil. Bu yüzden dinlenme tesislerinde, restorantlarda bedava dağıtılan ve ön kapaklarında Kültür Bakanlığı’nın logosunu taşıyan kitapları inceleyip; ölüm ve sonrasını anlatan hurafelerle dolu uyduruk şiir kitaplarının yerine neden Anadolu’da Kadın’ın değerini, önemini anlatan akıl dolu, entelektüel kitaplara bütçe ayırmıyorsunuz diye hesap sormuyor.
Bakanlık öyle çok çalışıyor ki, vakit bulamadığı için Hatice’nin iki hafta morgda bekletilmesini ve kefensiz toprağa gönderilmesini engelleyemiyor. Masum kızı, bu ahlaksız toplumda her üç kişiden ikisinin küfreder gibi “feminist” diyerek aşağıladığı, alay ettiği kadın örgütlerinden aktivistler gömüyor.
Bakanlık çalışıyor ama bizzat bağlı olduğu hükümette görev yapan eril camiada minnacık da olsa bir duyarlılık oluşturamıyor.
Çalışıyor ancak bizzat kız babası olan Başbakanın Gülşah öğretmenin, Fatıma Nur Çelik’in ailelerine başsağlığı mesajı göndermesini sağlayamıyor. Bakanlık Başbakana; çok çocuk talebinin lafla değil icraatlarla dile getirilebileceğini; çocuk parası, hamilelik yardımı ve annelik maaşı gibi somut politikalarla desteklenmesi gerektiğini, aksi halde kürtaj karşıtlığı gibi bu talebin de kadınların kararlarına müdahale sayılacağını, etik durmayacağı gibi etkili de olmayacağını söylemeye cesaret edemiyor. Bakanlık egemen zihniyetin huzurunu kaçırmayacak, halkın nazarında da az çok göz dolduracak geçici çözümlerle günü kurtarmaya çalışıyor.
Oysa “şiddet” muhafazakâr bir reflekstir ve ancak köklü bir zihniyet mücadelesi ile çözülebilir.
Bakanlık çalışır ama unutur… Halk da unutur ama biz Münevver Karabulut cinayetinde sarfedilen talihsiz açıklamaları unutmadık. Ölenlerin ardından yapılan açıklamalardaki gizli şiddeti farkedenlere ne mutlu.
http://www.adilmedya.com/kalem-susacak-olsa-vicdan-susmuyor-h34564.haber
İlk Yorumu Siz Yapın